bugün

tarlada çalışmak

herkesin otobüsle veya otomobille yoldan geçerken gördüğü kadarıyla zorluk derecesini anlayabildiği, ekmek parasını kazanmanın en zor yollarından birisi olup, çalışan kişinin iflahını kesen bir iştir.

şuan çalıştığınız işin kıymetini bilin diye anlatıyorum;
bu yaz işçilerimizin 3 tanesinin birden hastalanması dolayısıyla işçi sıkıntısına girdiğimizden benim çalışmam gerek görüldü. tatilimin süresi de 2 ay kadar olduğu içindir ki 1 hafta çalışmak beni öldürmez veya yıpratmaz diye düşündüm. sonuçta kendi ekmeğim için çalışıcaktım bi nevi. yapan, eden var mıdır içinizde bilmiyorum ama aşina olmayanlar için açıklamam gerekirse; ay çiçeği tarlasında, ay çiçekleri sulamaya yarayan boru ve tabancaların gün aşırı yerlerini değiştiricektik 1 hafta boyunca. işi hiç bilmediğim için önceden anlatılmasını istedim tabi ki arkadaşlardan. sağolsun işçi arkadaşlar akşamdan neler yapcağımızı kaymağıyla anlattılar. zor olacağını da hiç tahmin etmiyordum açıkçası.
* sabah oldu ve biz traktörlere binerekten tarlaya doğru yola koyulmuş bulunduk. * * tarlaya vardığımızda çalışacağımız tarlayı daha önce hiç görmeyen ben ''hass..ktir'' nidalarıyla traktörden indim. 4-5 adımlık bir yer sanıyordum salak gibi. hani evin önündeki bahçeler olur ya, öyle işte. uzunluğu en az 500 metre, eni ise 10 metre kadar vardı. bu demek oluyor ki; tarla en az 50 dönümdü. 2 kere gidip gelsen dahi 2-3 bin kalori yakarsın o tarlanın içinde. işe koyulduk. gözünüzde canlandıracağınız kadar anlatmam gerekirse; birbirine kelepçelenmiş 7 tane boru düşünün akrep nalan'ın kolu kalındığında ve hepsi en az 10 kilo ağırlığında. toplamda 3 kişi her seferinde boruları yedişer-yedişer sayaraktan sulanmamış bölgeye doğru taşıyacaktık. -ortalama herkese 20 kilo düşüyo o esnada tabi- kaldırana kadar hiç bi bok yoktu, normal hayatıma devam ediyordum ama o nasıl bir borudur. boru değil bildiğin kalas. her seferinde sulanmamış bölgeye gidip boruları diğer boruların yanına takmaya başladık. o tarla da haliyle beton zemine sahip değil hatta bırakın beton deyip dalga geçmemi, kuru toprağın üzerinde dahi yürümüyoruz. gün boyu sulanmaktan batak halini almış çamurun üstünde ilerliyoruz. herkes en az dizine kadar çamura batmış halde ilerlemeye çalışıyor. ben ayağımdaki çizmeyi çamurun içinde kaybettim ve artık çıplak ayakla çalışmak zorunda kalmıştım bir zaman sonra. çıplacık ayağıma dikenler mi batmadı, solucanlar mı gezmedi... ben ayağımdaki botu kaybettiğimde daha tarlanın başındaydık neredeyse. yani batak halindeki tarlada yarım kilometre boyunca tepemdeki 20 kilo boruyla ilerleyecektim. o cansız boruların ve tarlanın anasından girip bacısından mı çıkmadım... eski çalıştığım işin kıymetini anlayıp bu hayatın ebesini mi düzmedim... ne küfürler dönüyordu ağzımda ve işçiler haliyle bana gülüyordu.

tarlaya vardığımızda saat sabahın 6'sını gösteriyordu. bizim işimizin bitmesi ise öğleden sonra 2 yi buldu.. ve ben 8 saat boyunca tek bi kere soluklanıp ağzıma lokma koyamadım. o gün anladım ki; benim memurum, benim fabrika da çalışan işçim, şoförlük yapan amcam, sekreterlik yapan ablam ne rahatmış ya !? ulan biz ne rahatmışız olum! bu adamların yaptığı işin binde birini yapsak milyarlar isteriz yaptığımız işin karşılığında ama o adamlar 600-700 ytl maaş ile çalılıyorlar ve bu işten gayet memnunlar. ''ekmeğimiz çıkıyor abi işte bu yeter'' diyebiliyorlar. nasıl utandım, nasıl kızdım kendime anlatamam. işinizin kıymetini bilin, azıcık altınıza bakın üstünüze bakıcağınıza.