bugün

turk demokrasisinin dogum tarihi

Modern Türkiye 1923-1946 yılları arasındaki dönemi otoriter tek parti yönetimi altında geçirdi. Hatta 30'lu yıllarda siyasal rejimi -Recep Peker'in başını çektiği- faşizan bir doğrultuya çevirme girişimi yaşadı,fakat Atatürk'ün bunu engellediği anlaşılıyor. Çoğulculuğu reddeden CHP diktatörlüğü Atatürk'ün ölümünden sonra ve ikinci Dünya Savaşı'nın iç politik durum üzerindeki baskısının da etkisiyle, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini tanımama yönündeki baskıcı uygulamasını daha da katılaştırdı.
Ne var ki, savaş sona ermek üzereyken CHP yönetimi kendini yepyeni bir takım sorunlarla karşı karşıya buldu; bunlar bir bakıma, 1923'ten beri uygulanmakta olan siyasal modelin tıkanma noktasına geldiğini gösteriyordu. Yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini tanımayan, onları hukuk güvencesinden uzak bir biçimde adetâ "polis devleti" anlayışıyla yöneten ve üstelik onlara asgarî ölçüde bir refahı da sağlamayan bir rejimin "meşruluk krizi"nin keskinleşmesi mukadderdi. Halkı daha fazla özgürlüksüz bırakmak ve siyasetin dışında tutmak, rejimi işlemez hale sokabilirdi. Başta i. inönü olmak üzere, devrin ileri gelenlerinin bunu idrak etmiş oldukları tahmin edilebilir. Üstelik ikinci Dünya Savaşı sonunda faşist totaliteryenizmin yıkılmasıyla birlikte bütün dünyada "demokrasi rüzgarları" esmeye başlamış; hatta savaş sonu konjonktürü içinde Batı dünyasına yanaşmak zorumda kalan Türk politikasına bu yönde dış baskılar gelmeye başlamıştı. Kaldı ki Türkiye'nin 1945'lerdeki iktisadî durumunun parlak olmayışı, yöneticileri -başta ABD olmak üzere- Batılı demokrasilerin "anlayış"ına muhtaç hâle getirmişti. Buna bir de kuzey komşumuz Sovyetler Birliği'nin Boğazların statüsünde söz hakkı ve ülkemizin doğusundan toprak talebinde bulunmasın eklersek, manzara tamamlanmış olur. Böyle bir uluslararası ortam içinde özellikle "hür dünya" ülkelerinden anlayış bekleyen Türkiye'nin önce kendi "evinin içi"ni düzeltmeye başlaması, bu doğrultuda bazı adımlar atması kaçınılmaz hale gelmişti. Türkiye'de demokrasiye geçişi zamanın Cumhurbaşkanı (ve Millî Şef'i) ismet inönü'nün "iyi niyet"ine bağlayan görüş bu nedenle yanlıştır; olsa olsa, onun durumu doğru değerlendirip "tarih-dışı" bir konuma düşmekten kaçındığı söylenebilir. Esasen ismet Paşa'nın ne formasyonu ne de önceki kariyeri onun samimi bir demokrat olmasına elverişliydi. Kemalist modernleşme projesinin nihayetinde demokrasiyi hedeflemiş olduğu tezinin doğruluğu ise çok şüphe götürür.
Türkiye'de çok-partili siyasete geçme kararı işte böyle bir ortamda verildi. Bu yöndeki gelişmenin köşe taşlarını kısaca hatırlamakta yarar var. ilk defa 1945 yılının 19 Mayıs'ında Cumhurbaşkanı inönü'nün bayram mesajında, sistemin demokratikleştirilmek istendiğine ilişkin dolaylı bir ifade göze çarpmaktadır. Bunu CHP milletvekili Celâl Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes'in 7 Haziran tarihli "Dörtlü Takrir"i izlemiştir. CHP Parti Grubuna verilen bu önergede, ulusal egemenlik ilkesinin tam olarak uygulanması ve parti çalışmalarının demokratik esaslara uydurulması istenmekteydi. Bu girişimi, sonraki aylarda tahmin edilebilir bazı olaylar izliyor; 21 Eylül'de Menderes ve Köprülü CHP'den ihraç ediliyor. Bundan sonra da (28 Eylül) Bayar milletvekilliğinden istifa ediyor. Bundan bir sonraki adım olarak Bayar CHP'den de istifa ediyor (3 Aralık). Bu arada inönü'nün 1 Kasım'daki Meclis açış nutkunda bir muhalefet partisine olan ihtiyaç vurgulanıyor. Nihayet 1946 başında beklenen tarihî olay gerçekleşerek, Demokrat Parti resmen kuruluyor (7 Ocak). Demokrat Parti'nin demokrasi ve özgürlük mücadelesi ilk önemli sonucunu 10-11 Mayıs 1946'da veriyor: CHP'nin Olağanüstü Kurultayında "Millî Şef" ifadesi kaldırılıyor ve "Değişmez Başkan" yerine Genel Başkanın seçimle gelmesi esası kabul ediliyor. Mücadelenin ikinci önemli sonucu 5 Haziran'da tek dereceli seçim kanunun kabul edilmesidir. Ne var ki 21 Temmuz'da yapılan genel seçimler CHP'nin tek parti döneminin alışkanlıklarını sürdüğünü gösteriyor; baskı altında ve hile karıştırarak yapılan seçimler sonucunda CHP'nin 395 milletvekilliğine karşı DP ancak 66 milletvekili kazanabiliyor. Ertesi yıl -Recep Peker'in 1 Nisan'da istiklâl Mahkemelerinin henüz kaldırılmamış olduğunu hatırlatan tehdidi bir yana bırakılırsa- demokratik gelişme açısından daha ümit vericidir. Demokrat Parti'nin (7-11 Ocak 1947 tarihinde yapılan) Büyük Kongresinde Hürriyet Misakı karar altına alınıyor. Buna göre, demokratikleşmenin tam ve gerçek anlamda sağlanabilmesi için: a) anti-demokratik kanunların kaldırılması, b) seçimlerin yargı denetimi altında yapılması ve c) cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının ayrılması gerekmektedir. Bu karar 7 ay sonra kısmen etkisini göstererek, Cumhurbaşkanı inönü'nün basına ve radyoya verdiği bir demeçle (12 Temmuz Beyannamesi) partiler arasında tarafsız kalacağı ve DP'nin güvence altında muhalefet yapabileceği sözünü vermesine yol açıyor.Sonraki yılın önemli olayı, CHP yönetiminin liberalleşme jesti yapmasıdır denebilir. Nitekim CHP Meclis Grubunda 10 Şubat'ta ilkokullara din dersi konması ve ilahiyat Fakültesi açılması kararı veriliyor. Bu arada Demokrat Parti'nin seçim kanunu ile ilgili ısrarlı çabaları devam ediyor (örneğin, 25 Haziran'da ikinci Büyük Kongre'de karar altına alınan Milli Teminat And'ı) ve bu konuda yeni bir mesafe daha alınıyor: 16 Şubat 1950'de tek dereceli, genel, eşit ve gizli oy, açık tasnif ve adlî teminat esasları getiren Seçim Kanunu kabul ediliyor. Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak 14 Mayıs 1950'de yapılan genel seçimleri Demokrat Parti 408 milletvekilliği (CHP 69 milletvekilliği) elde ederek kazanıyor. 22 Mayıs'ta Cumhurbaşkanı seçilen Celâl Bayar'dan hükümeti kurma görevini alan Adnan Menderes aynı gün kabinesini ilân ediyor. Böylece modern Türkiye'nin siyasî tarihinde yeni bir dönem başlamış ve demokrasi bir bakıma doğmuş oluyor. Cumhuriyet Türkiyesi böylece ilk demokratik, barışçı iktidar değişikliğini kuruluşundan ancak 27 yıl sonra gerçekleştirmiş olmaktadır.