bugün

kızılcık şerbeti

balıkhane kasrı’na atılan idam mahkûmları hayatla ölüm arasında birkaç gün yaşarlardı. eğer mahkûmun idam kararı divan’da tasdik edilmişse, üçüncü günün sonunda zindanın demir kapısı hıçkırarak açılır, görevi, mahkûma şerbet sunmak olan zebella gibi bir bostancı kapıda belirirdi. bostancının kapıda belirmesiyle mahkûmun gözü, bostancının tepsi üstünde taşıdığı bardağa dikilirdi. her şeyi o bardağın içindeki şerbetin rengi belirlerdi: eğer şerbetin rengi beyaz ise, mahkûm affedildiğini anlar, derin bir nefes alır, kuyuda soğutulmuş şerbeti afiyetle yudumlar, ardından bostancının eşliğinde sahile iner, yalı köşkü’nün önündeki bostancı kayıkhanesi’nde hazırlanmış çektiriye binerek sürgün yerine giderdi. (idamdan affedilen sürgüne gönderilirdi.) ama eğer kıpkırmızı kızılcık şerbeti gelmişse, işte bu “ölüm şerbeti” demekti… o an bostancı susar, mahkûm susar, sadece bardağın rengi konuşurdu. “ölüm şerbeti” getiren bostancı, mahkûma karşı saygıda asla kusur etmez, hatta biraz aşırıya bile kaçardı. bu hayata karşı duyulan saygının bir yansımasıydı. “ecel şerbeti”ni zar-zor içen mahkûm, yine bostancı eşliğinde, infaz için, topkapı sarayı’nın bab-ı hümayun’la babusselam arasında kalan cellat çeşmesi’nin önündeki cellat taşı’nın yanına getirilirdi.