bugün

ilahiyat fakültesi

Süleyman Derin Hoca’nın Küre Yayınları'ndan çıkan “ingiliz Oryantalizmi ve Tasavvuf” adlı kitabı ilimlere dil öğrenilerek nüfuz edilmesinin ne kadar önemli ve gerekli olduğu hakkında çarpıcı bilgiler aktarmakta okuyucuya. Bir ilim, medeniyet veya din hakkında bilgi sahibi olmak için evvela malumat sahibi olmak istediğiniz alanın dilini tam olarak öğrenmeniz gerektiği hususiyeti oryantalistlerin hayat hikâyeleri bağlamında ders alınması gereken mahiyette önümüze sunulmuş bu kitapta. Aynı zamanda inceledikleri alanlarda söz sahibi olabilmek için söz konusu oryantalistlerin muazzam çalışma azimlerini ve bitmek tükenmek bilmez enerjilerini bizlere canlı olarak gösteriyor kitap. Doğuyu ve özellikle islam’ı öğrenmek amacıyla kimi seyyah, kimi asker, kimi diplomat kimi de akademisyen ingiliz oryantalistlerin gösterdikleri insanüstü çabaları okudukça tembelliğimize hayıflandım açıkçası.

Kitapta bahsi geçen oryantalistlerin büyük çoğunluğu Arapçayı ve Farsçayı neredeyse anadilleri kadar iyi öğreniyorlar. Hatta birçoğu bu dillerin kendi ülkelerinde öğrenilebilmesi için gramer kitapları ve sözlükler bile yazıyor. Bu dillerde şiir yazabilecek kadar uzmanlaşmış olan yabancıları okudukça hayretiniz bir kat daha artıyor. Kendi dışındaki bir kültürü, medeniyeti öğrenebilmek için dilin ne kadar da önemli olduğunun en somut örnekleri aslında bu şahıslar.

Süleyman Hoca kitabın sonlarında tasavvuftaki Hinduizm ve Budizm etkilerinin tam olarak öğrenilebilmesi için bu alandaki bilim insanlarımızın Sanskritçe öğrenmesi gerektiğini söylüyor. Böyle bir etkinin varlığını, bu varlığın derecesini yabancı kaynaklardan, onların spekülatif ve çoğu zaman yanlı ve amaçlı düşüncelerinden öğrenmek yerine, bizlerin kaynaklara doğrudan bakabilmemiz gerektiğini ve bu sebeple Sanskritçe öğrenmenin önemli bir husus olduğunu vurgulamakta Süleyman Hoca. Süleyman Hoca'nın bu tavsiyesine yüzde yüz katılmakla birlikte bunun bir o kadar ütopik ve hayalci bir talep olduğunu ifade etmek isterim. Zira Türkiye’nin dil öğrenme hususunda içinde bulunduğu trajik haline biraz yakından baktığımızda Sanskritçe'yi bir tarafa bırakın, Arapça ve ingilizce gibi en asli dillerdeki vukufiyetsizliğimiz bile tez konusu olmayı çoktan hak etmiş bir aşamaya gelmiş durumda. Mısırlı Arap bir hoca ile Arapça konuşamayan ilahiyat Fakültesi’nde profesör titrine sahip bir zat ile karşılaştığımda ağzımdan gayrı ihtiyari dökülen ilk kelime eyvah olmuştu. Eğer ilahiyat Fakültesi’nde bir profesör Arapça ve Farsçayı hem okuma hem konuşma bağlamında en az anadili kadar iyi bilmiyorsa aynı fakültede bir öğrencinin Hucviri’nin Keşfü’l Mahcub’unu hangi dilde yazdığını bilmemesine şaşırmak ve bunu kınamak sadece safdillikle açıklanabilir.

yazının devamı: http://www.genchacilar.or...ageID=KoseDetay&id=61
güncel Önemli Başlıklar