bugün

Ölüm uykudan uyanmaktır.
antakya ve civarında kabul görmeyen düşüncedir.
Sonbahar-ilkbahar ilişkisini yok saymaktır. Bir de bilimden bahsetmiş.

(bkz: milletçe gülüyoruz)

Edit: Allah aşkına biri şunun üzerine toprak atsın. Bir insanın hiç mi bilimden bilgiden haberi olmaz ya.
ölüm başlangıçtır.
insanı yalnızca bir et parçası olarak gören zihniyetin beyanıdır. Materyalizm gibi dar bir düşünce ürünüdür.
Ruhumuza ne oluyo o zaman diye düşünmeyen kisilerin soylemidir. Ölüm beden icin gecerlidir.
doğmadan önceki gibi . mis. hiçbişeycik yok .
bilinmeyen birşey hakkında en fazla tahminde bulunabilirsin bu da bir tahmin.
Aşkı, sevgiyi, özlemi vb. Duyguları dahi madde temelli açıklamak. Bu duyguların sebebinin hormonlar olduğunu söylemek. Gerçek bir saçmalık. Gerçek bir ahmaklıktır. Her olayı madde ile açıklama çabasının içsel bir boşluktan kaynaklandığını sanıyorum. Bu gibi insanların kalpleri bir metal parçası misali
Mevz-u bahis duyguları açıklamak değil. Duyguları yaşamaktır. Evet istediğini dile getirebilirsin ama yüreğindeki duygu bellidir. Eğer insan yalnızca maddeden olussaydi yalnızca mantıklı şeyleri düşünürdü. Bu durumda korku neden var? Herşeyin mantıklı bir açıklaması varsa insan korkmamali.
Bunu söyleyenler varoluşuda tesadüfe bağlar ne kadar bilimsel değilmi.
ruh diye bir şey yoktur... cennet cehennem denilen şeylerde yoktur... bu yüzden beyin ölümünüz gerçekleştiğinde varlığınızda sonsuza kadar son bulur... ölüm bir yok oluştur, ölümün ötesi yokluktur, bilinçsizliktir...
Daha yaşamı bilemiyoruz, ölümü nasıl bilebiliriz ki?
ölümü nasıl açıklıyabiliriz"ki.
Bir düşünce.

(bkz: yeni ateist olmuş ergen)
islam vahiy yoluyla gelmiştir evet. Tüm ilahi dinlerde olduğu gibi. Gelen vahiy bilimsel gerçeklikleri desteklemektedir. Bugünki teknolojiyle ancak açıklanabilen bilimsel gerçekler nasıl olur da 1400 yıl önce bir kimse tarafından yazilarbilir?

Ayrıca insanlar arasındaki farkin sebebi nedir? insanlar neden farklı zevklere sahiptir? Madem ki insan hormonal bir düzende neden duygular farklı? Neden birini sevdigimizde o bizi sevmez? Ya da birinin sevdiğini biz neden sevmeyiz?
(bkz: git şurda köşede bir öl de bizde görelim)
Bütün günler ölüme gider, son gün ölüme ulaşırız.
sadece ruhun ölmedi yerdir ölüm.
insan yaşamları ölümün merkezi bir rol oynadığı yaşamlardır. Diğer canlılar
için ölüm, bir ‘telef olma’ olarak değerlendirilebilirken, insan için ölüm, özel bir
anlama sahiptir. Bilen ve ‘ne bildiğinin bilincinde olan bir varlık’ olma
özelliğindeki insan için ‘sonlu varoluş’ ya da ölüme dair bilinç en sarsıcı
farkındalık halidir. insanın ölüme yönelik bu bilinçli farkındalığı nedeniyle,
felsefenin temel ilgisinin ölüm olduğuna, insanın ölümü anlaması ve kendini ona
hazırlaması, ‘ölümü öğrenmesi’ gerektiğine dikkat çeken klasik bir yaklaşım
vardır. Ancak ölüm problemi, çağdaş felsefi ekoller arasında varoluşçu felsefenin
dışında, felsefi tartışmalarda gerektiği yeri alamamış, çoğu kez yan bir konu olarak
değerlendirilmiştir. Varoluşçu felsefenin ilgisi var olana ya da var olanın
“varoluşuna dönüktür.” Söz konusu felsefe, genellikle
zihinsel eğitimimizin bir sonucu olarak bireylerin ortaklaşa özelliklerine dikkat
çeken ‘tipleştirmeye’ yönelik yaklaşımları reddederek, bireylerin kendilerine özgü
olan, ‘biriciklik’ gösteren yönlerini ön plana çıkarır.
Başka bir deyişle, ‘ben bir insanım’ dediğimde ben-ım ifadesi benim
varoluşumu, insan yüklemi ise, benim ne tür bir varoluşla varolduğumu ifade
etmektedir.
Varoluşçu felsefe, insanı bireysel orijinalitesi ve
somut tecrübeleri ile ‘kendine özgü’ bir varlık olarak değerlendirme, somut olana
dönme, soyutlamalar, kavramlaştırmalardan uzaklaşma eğilimindedir. Soyut
düşüncenin, insanı varoluş yolundan uzaklaştıracağı fikriyle yola çıkan varoluşçu
filozoflar için insan yaşamının anlamlılığına katkıda bulunması ya da -farklı bir
bakış açısıyla- insan yaşamının anlamsızlığına dikkat çekmesi ve onun
değersizliğini gösterebilmesi açısından en temel problem ölümdür. Kişinin kendi
ölümüdür. Dışımızdaki nesnel ya da kamusal anlamıyla değil, bizzat kendi
ölümümüz.
Yoktan birşey var edemiyorsak. Ayni zamanda Vardan da bir şeyin yok olmaması lazım. Fakat ölüm yok oluştur diyorsunuz. Güzel bir çelişki. Ayrıca ortada herhangi bir sorun olduğunu sanmıyorum. Siz kendi dusuncnizi özgürce ifade ediyorsunuz biz de kendi özgür dusuncemizi ifade ediyoruz. Kimseyi inandırmaya calismiyorum. Bu sizin hür iradeniz tabiki.
Çünkü ölümlü olduğunu bilen insan, doğumu ile ölümü arasındaki kısa süre
içerisinde kendini gerçekleştirme, projelerini hayata geçirme durumunda olan bir
varlıktır. (Soll, 2006, s.68)
Varlığımızın olumsallığını, kişisel varoluşumuzun bu temel bilmecesini en iyi
dile getiren düşünürlerden biri olan Pascal, “Geçmiş ve gelecek sonsuzluk içinde
yutulan kısacık yaşamımı düşündükçe, hatta benim bilmediğim ve beni bilmeyen
uzayların sonsuz büyüklüğü içinde kaybolan kapladığım küçücük uzayı gördükçe
dehşete kapılıyorum ve orada olmaktan çok burada olmama şaşırıyorum” (Bauman,
1992, s.32) derken Heidegger, öleceğimizi bildiğimiz için, zamanı gerçekten
bildiğimizi söylemektedir. Dasein’ın (insan varoluşunun) varlığı ‘ölüme-doğruoluş’
olarak anlaşılması gereken bir varlık olduğu için, zamanı ölümle
ilişkilendirerek kavramıyor olsaydık, zaman bizim için sadece saatin bir hareketi
haline gelip, insani olmaktan yoksun olurdu. Oysaki Dasein, ölüme doğru yol
alırken zamanın ufkunda kendi ontolojik varoluşunu gerçekleştirebilmektedir.
Diğer bir deyişle, ölümlü bir varlık olan insan, hem öncesi hem de sonrası
itibariyle zaman dışındadır. Bu durumda onun varoluşunu gerçekleştirme serüveni
bir bakıma ‘henüz-değil’ ile ‘artık-değil’ arasında yer almaktadır. (Solomon, 2006,
s.327) insan, kendini gerçekleştirme yolunda projeleri olan bir varlıktır ve projeleri
geleceğe yönelir. Ölüm ise, gelecek ile ilgili tasarılarımız açısından özel bir öneme
sahiptir. Çünkü kişinin kendi ölümü, tüm olanakların olduğu gibi en görkemli
projelerin de sonu anlamına gelir.
Dolayısıyla tüm olanakları sonlandırdığı için, insanın yaşam süresinin önemi
olmaksızın ölüm, yüz yaşında gelse bile ‘her seferinde zamansız’ olarak
nitelendirilir ve insana acı verir.
Öte yandan ölüm, insan aklının sınırlarını zorlayan bir olgudur. “Aklın ölüm
problemine herhangi bir cevabı yoktur.” (Barrett, 2003, s.149) Akıl, seçenekleri
değerlendirmek durumunda olduğumuzda bize kılavuzluk yapabilir, fakat ölüm
gerçeği bize seçim yapma şansı vermemektedir. Bu sebeple ölüme ilişkin kavrayış
“aklın en büyük yenilgisidir.” (Bauman, 1992, s.29) Yani zihinsel olarak ölümü
anlamak mümkün değildir. Akıl, ölümü-ölümü nasıl bir şey olarak bildiğimizi
değil-düşünemediği için, ölüm düşüncesi terim bağlamında bir çelişkidir ve çelişki
olarak kalmak durumundadır. Daha açık bir ifadeyle, ölümü düşünmek, düşüncenin
bir bakıma kendi kendisine karşı koymasıdır. Düşüncenin kavrayamadığı tek şey
kendi varolmayışı
*
olacaktır. O halde ölümü anlamak,
onu zihinsel olarak değil, varoluşsal olarak yaşanan, bilinen bir ilişki olarak
anlamak demektir. Ancak ölümü bizzat yaşayan insanın ise, yaşadıklarını
diğerlerine ulaştırma ve onlarla paylaşma imkânı hiçbir zaman olmayacaktır.
Böylece başkalarının ölümüne dair gözlemlerimiz sebebiyle zihnimizde ölüm
hakkında bir fikir olsa da, kendi ölümümüzü zihnimizde canlandırmamız dahi
mümkün değildir. Freud’un da vurguladığı üzere, kendi ölümümüzü hayal ederek
anlamaya ve kurgulamaya her kalkıştığımızda kendimizi aslında bir seyirci
konumunda buluruz. (Bauman, 1992, s.25)
Ölümün kaçınılmazlığından, dünya üzerinde gelip geçici oluşumuzdan daha
rahatsız edici, kaygı verici bir durum yok gibi görünse de Epikuros, ölümün tam bir
kayıtsızlık sorunu olarak ele alınması gerektiğini düşünür. Çünkü ona göre, ölüm
geldiğinde ben burada olmayacağım ve deneyimlemeyeceğim için, ölüm korku ve
endişesi gereksizdir. Ona göre, ‘ben varken ölüm yoktur; ölüm olduğunda ise ben
varolmayacağıma göre, ölüm ne ölüyü ne de yaşayanı etkilemeyecek olan, kayıtsız
kalınması gereken bir durumdur.
Ölüme karşı koyma, öncelikle insana özgü tasarı ve projeleri hayata geçirip
bir tür ölümsüzleşebilme arzusu şeklinde olabilir. Eğer ‘ortalarda olmama’,
‘gözden kaybolma’, ‘unutulmuş olma’, insana acı veriyorsa; ölmek, ama
unutulmamak, yaşarken kalıcı projeleri hayata geçirmekle, ölümsüz eserlere imza
atmakla mümkün olabilecektir. Diğer taraftan ölüme karşı koyma, bir bakıma
ölümü reddetme öncelikle onun sizin başınıza gelebileceğine inanmamak şeklinde
de olabilir. Başka bir deyişle insan, gündelik yaşamın sorunlarına odaklaşarak
ölümü bir başkası için kolayca kabullenirken, kendisi adına onu cesaretle
kabullenme sorumluluğundan uzaklaşabilme eğiliminde olabilir. Hatta ölümden
duyulan korku, ölmüş olanın bir başkası olmasından duyulan memnuniyete bile
dönüşebilir. Oysaki insan, kendi ölümünü kabullenme cesaretinden yoksun olsa da,
Heidegger’in Rilke’den yaptığı aşağıdaki alıntılamada da görüleceği üzere, yaşam
ile ölüm arasındaki bütünsel ilişkinin göz ardı edilmemesi, yaşam ile ölümün
bağlaşık bir biçimde anlaşılması gerekir. Zira Heidegger’e göre, her daim mevcut
olan bir olanak olarak ölümle ilgilenen kişi, yaşamında sahte ve aldatıcı
anlayışlardan kolaylıkla uzaklaşacaktır.
Ay gibi kuşkusuz yaşam da bizden sürekli yüzünü çeviren bir yana sahiptir ve
bu, yaşamın karşıtı değildir, ama Varlığın mükemmelliğine, doluluğuna gerçekten
bütün ve tam…küresine tamamlanmasıdır. Ölümün sevilmesi gerektiğini
söylemeyeceğim; ama yaşam öyle bir yüce gönüllülükle ve tüm yanlarıyla
sevilmelidir ki (yaşamın başka yöne bakan yarısı olarak) ölüm, gönüllü bir şekilde
daima…sevilsin. Ölümün bize yaşamın kendisinden sonsuzca daha yakın durması
düşünülebilir bir şeydir.
Ölümü, gelmiş geçmiş en yararsız ve kötü şey olarak nitelendiren ve ona
olumlu bir anlam yüklenmesini eleştiren düşünürler de vardır. Örneğin dünyadan
ayrılmanın etkisini yumuşatan dinsel anlayışları olduğu kadar, ölüme özel bir
anlam yükleyen, bir ‘ölme sanatı’ olanağını savunarak ölüme olumlu bir rol veren
tüm felsefi anlayışları reddeten E. Canetti, ölümü varoluşun başlıca belası,
çözümsüz ve akıl ermez bir şey, her şeyin sonsuza dek bağlanıp içinde kıstırıldığı
ve hiç kimsenin kesmeyi şimdiye dek göze alamadığı düğüm olarak görmüştür.
Ona göre ölüm, anlamlı olamaz ve olmamalıdır.

Ölüme yönelik farklı yaklaşımlar söz konusu olsa da, ölüm gerçeği ister
istemez insanın dikkatini kendi üzerine yönelterek, ‘Yaşam ile ölüm arasındaki
ilişki nasıl anlaşılmalıdır?’ ‘Ölümün etkisi yaşamı anlamdan yoksun bir serüven
haline getirmesinden mi ibarettir yoksa ölüm bir anlamlılık kaynağı mıdır?’ gibi
varoluşsal nitelikteki sorularla kişiyi karşı karşıya getirmekte ve insan olmanın
paradoksunu gözler önüne sermektedir: ‘Ölüm gerçeği’ ile ‘ölüme karşı koyma’
arzusu.
(bkz: yav he he)
kimse ölüp dirilmediği için asla bilinemeyecek olandır ölümden sonrası. ama tahminimce yok oluştur. Sonsuza dek. işte o haldeyken de son hatıramız yok olduğunda hiç doğmamış olucaz.
ölüm, bir geçiş formudur. her yok oluş başka bir var oluşa gebedir.

öyle ki bir insan öldüğü zaman farklı bir boyuta geçerken bedenin durduğu dünya da ise yaşamından farklı bir şekilde can buluyordur.