bugün

gecenin sonuna yolculuk.
Louise Ferdinand Celine kitabının adıdır.
louis-ferdinand céline' in 1932 yılında yazmış olduğu leziz romanı.

bir yolculuktur yaşamımız
kışın ve gecenin içinde
kendimize bir geçit ararız
tümüyle ışıltısız gökyüzünde
bir kitap. taze mürekkep kokusunun hala üzerinde olduğu, adi bir kağıda basılmış bir kitap insan hayatını etkileyebilir mi? bir kitap sonuçta. hepsi bu.
gece de benim... sonda bende... yolcu da benim...
(bkz: kinyas ve kayra)
sadece okunup bir köşeye atılması gereken ve hiçbir zaman içindeki cümleleri alıntılayıp da başka zamanlarda tekrar okunmaması gereken bir kitap. yoksa?
-...
--spoiler--
Her alanda, asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebeRtmiş
olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. Bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. Tüm bir yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu.
--spoiler--
hakan günday'ın başucu kitaplarından biri olmasına rağmen kinyas ve kayra romanında kayra'nın ağzından kıyasıya eleştirdiği başyapıt..
louis-ferdinand céline'nin romanı, fransızcadan okunursa daha bi iyi olur.Yapı Kredi Kazım Taşkent Klasik yapıtlar dizisinde bulunmaktadır.
ustura kabilinden bir roman.
yok lan şiir. evet ırmak şiir..
çok ırmak ama...
fransızcasının çok çok daha iyi olduğu tahmin edilmektedir, özellikle fransızca bilmeyenler tarafından. türkçe çevirisi de gerçekten harikadır. edebiyatın önemli eserlerindendir.
yigit bener'in cevirdiği ferdinand celine romanı..ilk sayfasından son noktasına kadar insanı büyüleyen bir şekilde dizilmiş kelimeler bütününden oluşuyor.. ayrıca bukowski'nin top listinde ilk sıralarda yer almaktaymış bu kitap..
eğer Gecenin Sonuna Yolculuk ederseniz; ilk olarak, aynı yerde kaldıkça nesnelerin ve insanların yozlaşıp çürüdüğüne ve de leş gibi kokmaya başlardıklarına tanıklık edersiniz!
ilk sayfalarda eleştirmiş olmaktan pişman olabilirsiniz, güçlü diliyle size bir fransız öpücüğü kondurur afallarsınız. nacizane, muhteşem.
ve hemen adet olduğu üzere bir alıntıcık yapıyorum;
"yaşamı dans ettirecek müziğimiz kalmamıştır içimizde, işte bu. tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir."
basta okumasi zor gelse de icine girdikten sonra etkisinden kurtulmanin aylar aldigi kitap. bilinen seyleri en aci sekilde insanin yuzune vuran, fark ettiren eser. sabriniz varsa okuyunuz.
birçok kişi gibi bukowski sayesinde tanıştığım, kitabevlerinde bulmanın çok zor olduğu, okumanın uzun süreye yayıldığında alınan zevkin kat kat arttığı roman. askere gitmeden evvel okumanın pek doğru bir iş olduğunu söyleyemem. bardamu'nun hayatla, savaşla, kadınlarla olan ilişkisi ve tüm bu olup bitene karşı duruşu, sizi kurtulması imkansız düşüncelere ve sorgulamalara itiyor ister istemez.

hiçbir zaman kendi dilinden okuyamayacağımdan olsa gerek, çeviri benim için tatmin edici hatta gayet başarılıydı ki bener'in de bahsettiği üzere celine'i çevirmek hiç kolay bir iş olmamış.

(bkz: dilleri var bizim dile benzemez)
'atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. bahtsız, ama özgür atlar! galeyan denen o kaltak, maalesef! bize mahsus.''

devasa, evrensel boyutta bir soytarılık olarak nitelendirdiği savaşı, anlamadığınız ne varsa odur dediği savaşı, göt deliği kadar kapkara dediği gecede ilerleyek, bizi de yanında, göz kapaklarına tecavüz edilen alex misali sürükleyerek anlatan celine harikası.
Ben fransıca bilmiyorum demenin ayıp olmadığı bir ülkede yüzünüze kırmızılığı konduran şahiyane edebiyattır kendileri. Bu kitapla bir dönem açılmış, başka bir dönemde rehavete ulaşılmıştır.

oku be adam!
--spoiler--
tek fark buydu. sivrisinekler,onların kanlarını emme ve damarlarını bir daha asla kaybolmayacak cinsten zehirle doldurma işini üstlenmişlerdi. treponema şu sıralar atar damarlarını eğelemekteydi bile. alkol karaciğerlerini yiyip bitiriyordu. güneş taşaklarını çatlatmaktaydı. bitler kıllarına,egzama da karın derinlerine yapışmıştı. çıtırdayan ışık er geç retinalarını kavuracaktı! kısa bir süre sonra onlardan geriye ne kalacaktı ki zaten? bir parça beyin ne işlerine yarayacaksa? öyle değil mi ama? hele bu gittikleri yerde? intihar etmeye mi? o gittikleri yerde bir parça beyin sadece o işe yarayabilirdi.
--spoiler--
"arthur, aşk dediğin sey, sonsuzluğun kanişlerin uzanabileceği bir düzeye cekilmesidir, benimse bir onurum var!"

bu mudur, olabilir.
yolda, beyaz zenciler, kinyas ve kayra ve nice kitapta adı geçen louis ferdinand celine başyapıtı. bir çok yazarın beslendiği kaynak olması muhtemel roman. sistem karşıtından öte, tüm sistemlerin saçmalığını, onunla ve unsurlarıyla yer yer dalga geçerek, yer yer de küfrederek anlatan; hem fillere hem de çimenlere saydıran bardamunun bir çok kişiye* ilham olduğu aşikar. kitabın başında nietzsche'den bir alıntı mevcut: ''Kanla ve özdeyişlerle yazan okunmak değil, ezberlenmek ister.'' Bittabi ezberlenilesi eser.*
--spoiler--
insanda düş gücü yoksa, ölmek fazla dert değildir, ama varsa da, o zaman ölüm fazlasıyla derttir.
--spoiler--

--spoiler--
her alanda asıl yenilgi, unutmaktır; özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermek.
--spoiler--

--spoiler--
bir dangalağın beynine herhangi bir düşüncenin şöyle bir dolanabilmesi için, önce başına bir sürü şey gelmesi gerek, hem de en acımasızından.
--spoiler--

--spoiler--
işin özüne varmak kolay değildir, savaş sözkonusu olduğunda bile, fantezi uzun süre direnişini sürdürür.
--spoiler--

--spoiler--
ateşin köşeye kıstırdığı kediler eninde sonunda suya bile atlamaya razı olurlar.
--spoiler--

--spoiler--
insanların çoğu ancak son anda ölürler; kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe. onlar işte dünyanın düşkünleridir.
--spoiler--

--spoiler--
bir tablonun ön planları her zaman iğrençtir, sanat da, bir yapıtın değerinin daima uzaklarda, anlaşılamazlıkta, suçüstü yaklanmış bir düş olan, insanın biricik aşkı olan yalanın gizlendiği yerde aranmasını emreder.
--spoiler--

--spoiler--
süslü laflarla giydirilmiş içgüdülerimize verilen ad budur, idealist.
--spoiler--
570 sayfalık öfke, boşvermişlik, hayat mücadelesi anlatısı. şahsen ferdinand bardamu afrikaya gidene kadar ki kısmı yani savaşın anlatıldığı kısmı çok severim. gerisi o kadar etkilemedi beni.

kitapta altını çizdiğim cümleleri bir arkadaş yazmış zaten o yüzden link vereyim:

http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=26317997

bu kitabla alakalı aklıma ilk gelen 2 cümle ise:

"sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur."
"insan şehvet bakiri olduğu gibi, dehşet bakiri de olabiliyor."
ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitaptan biri * olan louis ferdinand céline'nin şaheseridir.

--spoiler--
bulunduğumuz yerde ve koşullarda, ne dostluğa ne de güvene yer vardı. herkes sadece paçayı kurtarmasına yarayacağına inandığı şeyleri söylemekle yetiniyordu, çünkü nasıl olsa her şey ya da hemen hemen her şey pusuya yatmış muhbirler tarafından başkalarına aktarılacaktı.
--spoiler--
Kokuşmuşluğun, mide bulantısının, sefilliğin, bencilliğin, vurdumduymazlığın, hayata karşı kayıtsızlığın, ölümün ve ölmeyi becerememenin, yani hayata dair ne varsa onun romanı.

--spoiler--
“Savaş dediğimiz şey, anlamadığımız ne varsa odur” diye başlıyor insanın kokuşmuşluğunu anlatmaya Bardamu. ilk başlarda bir anti militarist olarak çıkıyor karşımıza Bardamu… Sonraki sayfalarda ise kendisini 1.Dünya Savaşı’nın içinde buluyor. Üstelik gönüllü olarak yazılıyor. Oysa sonraları “bir savaş alanında olmaktansa, bir hapishanede olmayı tercih edeceğini" belirtiyor. Savaşın manasızlığı üstünde dururken, birbirini hiç tanımayan insanların birbirlerine ateş etmekte, birbirlerini öldürmekte bir saniye dahi tereddüt etmemesini bir türlü anlayamıyor. Hatta insanların ölümü bu kadar doğal karşılamalarının, bir görevmiş gibi görmelerini şaşkınlıkla izliyor. “insanda düşgücü yoksa ölmek fazla dert değildir, ama varsa da ölüm fazlasıyla derttir” diyor.

Savaş alanının ölümü olağan kıldığı bir gerçek. Top seslerinin olmadığı, silah vızıltıla-rının duyulmadığı hayatta, ölüm başlı başlı başına acıların en büyüğü olabilirken, hatta ve hatta insanoğlu için en korkulu rüya iken, savaş meydanında olağan sayılıyor. En korkak insan bile ölüme meydan okumakta bir saniye bile düşünmüyor. Artık, gövdeden ayrılmış kelleler, sağa sola saçılmış insan uzuvları bir vahşeti değil, olması gerekeni temsil ediyor.

Öyle ki, Bardamu, az önce düşmanlar tarafından yok edilmiş bir köye girdiğinde, oğulları ölmüş bir aileyle sıkı bir şarap satın alma pazarlığına giriyor. Üstelik çocuğun cesedinin yanında!

“Savaş tartışmasız biçimde, yumurtalıklara vuruyordu, kahraman istiyorlardı, hiç de kahraman olmayanlarsa ya kahraman olarak karşılarına çıkmalıydılar ya da kaderlerin en aşağılık olanına razı olmalıydılar”. Bir savaş varsa kahraman olmak zorundasınızdır, her an ölüme hazır, korkusuz. ileride evleneceğiniz kadını unutmalısınız, daha henüz gözlerinin içine bile bakmamışken. Yaşayacağınız ömür diye bir şey yoktur. Zaten ölüsünüzdür, daha yirmi yaşında… Ölmelisiniz… Hiç olmadı kahramanmış gibi davranmalısın; aksi takdirde düşmandan bile daha adisindir.

Kahraman olmalı, kelleni, ne için savaştığını dahi bilmediğin insanların emrine sorgusuz sualsiz sunmalısın. Sırf onlar, elinde şarap kadehleri bir baloda seni üstü kapalı olarak yalandan anabilsin, konuşacak, gururlanacak bir şeyleri olsun diye. Ölürsün, tıpkı yüzler, binler gibi… Artık sadece bir rakamsındır.

Gün gelir savaş biter. Ölenle ölünmez. Unutulmak kaderidir kahramanın. Hayat devam eder. Artık sadece bir isimdir ölen, içkisini yudumlayan kadınların dudaklarında. Birkaç saniyelik bir yas, sonra şerefe…

Bardamu savaşın manasızlığı üzerinde dururken, toplumun savaşmayan ve bundan bir gurur ya da ekonomik kazanç sağlayan insanları eleştirir, daha da öteye geçerek isyan eder. Artık savaş alanından kaçması gerekmektedir. Hem ne diye, gitmiştir ki oralara. Kimin kazanacağı, ne olacağı önemli değildir. Önemli olan tek şey onun hayatta kalmasıdır. Ölmeyi göze alamadığı gibi, bir insanı öldürmeyi de göze alamaz, tabi savaş çığırtkanlığı yapanların dışında. Onların, toptan, bir hamlede ortadan kalkmasını, birbirlerini öldürmesini ister. Ancak böyle bitecektir, bu manasız ölüm kusma.

Savaş bittiğinde, daha doğrusu savaştan kurtulmanın bir yolunu bulduğunda, daha büyük bir savaşın içinde bulur kendini. Afrika’da… Sineklerin, vebanın, medeniyetsizliğin, bir başka ölüm alanının içinde. Savaştan kaçmak için ne kadar sebebi varsa, burada tekrar karşısına çıkar. Ölüm… Ancak bu sefer, manasız bir savaş değil, doğal ölümler, açlık, sefalet, daha da önemlisi bencillik vardır. Hayat, insanı öldürmek için elinden geleni yapar, eğer biraz becerikliysen ölmeyi başarırsın, değil isen bu işkenceyi çekmek zorunda kalırsın.

Savaş alanında tanıştıkları ve birlikte firar etmeyi düşündükleri Robinson’da bir şekilde savaştan paçayı sıyırmış ve Afrika yolunu tutmuştur. Robinson’da az değildir hani… Her insan gibi masumiyetini kaybetmiş…

Aşk da vardır Bardamu’nun hayatında. Ancak bu birine bağlanmak anlamındaki aşk değildir. Zaten ona göre aşk “sonsuzluğun kanişlerin ulaşabileceği bir düzeye çekilmesidir”. Unutamadığı tek kadın vardır: Molly…

Afrika’dan kurtulup, bir papaz tarafından korsanlara satıldıktan sonraya denk gelir Molly ile tanışması… Hani korsan gemisinin, hayalindeki yere demir atmasıyla, yani Amerika’ya. Ancak orada da bir başka savaş alanıyla karşılaşır. Hayat bir savaş… Yüksek binaların, ışıltılı hayatların arasında yoksulluğu, çaresizliği bulur. Orada tutunmak için “bitleri kategorize” etme tekniğini bile geliştirir.

Bir başka hayat vardır orada, sefaletin bir başka yüzü… Açlığın, sömürünün, bencilli-ğin başka bir kıtadaki yüz bulmuş hali… Tek tesellisi Molly ile tanışmaktır. Onca bencilliğin, onca namussuzluğun, hırsızlığın, kokuşmuşluğun arasında temiz olan tek şeydir Molly… Ancak Bardamu, saflığa, insanlığa ve dürüstlüğe alışkın değildir. Bardamu o tarafın yolcusu değildir. O gecenin yolcusudur. Zifir, kapkara gecenin…

Amerika’da da tutunamaz. Savaş bitmiştir. Artık Fransa’ya dönme zamanı gelmiştir. Fark etmese de Molly hayatını değiştirmiştir. Hayata yeniden başlama ümidi yüklemiştir. Yarım bıraktığı okulunu bitirir, Bardamu artık bir doktordur.

Fransa’da bambaşka bir hayatla karşılaşacaktır. Kokuşmuşluğun diğer bir haliyle, nerde insan varsa orada muhakkak bir kokuşmuşluk vardır. Doktorluğunu yapmak üzere yerleştiği yerde, insanlığın diğer bir yüzü ile karşılaşır. Küçük yaşta ölen insanlar, gayri meşru çocuğunu doğurmasını engellemek isterken çocuğunu ölüme hapseden analar-babalar, parası için anasını öldürmek isteyen evlatlar… Nerde insan varsa orada muhakkak bir kokuşmuşluk vardır.

Bardamu, alışmıştır artık bu hayat tarzına… O gecenin yolcusudur. Yani, tüm bu anlatılan insanların tarafında… Gecenin sonuna doğru ilerler, kaçak bir hayatla.

--spoiler--

Yiğit Bener’in çevirimi gayet başarılı… Fransızcasından çevirisi epey zor olan bir roman… Sokak dili ile yazılmış. Dönemin Fransızca kelimeleri, argosu, sokak ağzı romanın Türkçe’ye çevrilme sürecinde Yiğit Bener’i epey zorlamış. iki senelik bir serüven yaşamış. Bu süreçte bir nevi Bardamu ile özleştirmiş kendisini. Cümlelerin yapısının devrik olması, hemen hemen her cümlenin sonunda ünlem veya üç noktanın bulunması, daha doğru deyimle sokak ağzının kullanılması Fransa yazınında bir devrim olarak nitelendirilmiş. Çeviri en zor romanlardan biriymiş. Yiğit Bener, bu zorlu süreçten alnının akıyla çıkmış gözüküyor.

Louis-Ferdinand Celiné’in okuduğum ve okumalara doyamadığım tek kitabı. Gerçek bir gece kitabı. Sokağın, hayatın kendisinin romanı…

edit: imla...
hakan günday'ın sayesinde okuduğum naçizane romanlardan bir tanesidir. günday'ın kitaplarını okuyanlar bilir louis ferdinand celine 'nin kitaplara etkisi olduğunu göreceksiniz.
ayrıca charles bukowski'nin de sevdigi ve tavsiye ettigi kitaplar listesinde bulunan eser.

"sonuçta varoluşun neden olduğu en büyük yorgunluk belki de insanın yirmi yıl, kırk yıl boyunca, hatta daha bile uzun süre, aklı başında kalmak için harcadığı o olanüstü çabadır, basitçe, derinden kendi, yani tiksindirici, dehşetengiz, saçma olmamak uğruna. baştan veri olarak elimize tutuşturulan şu aksak ikinci sınıf insanı, sabahtan akşama kadar hep küçük evrensel ideal, birinci sınıf bir insan olarak sunmak zorunda kalmamız ne de büyük kabus."

"ah şu çekip gitme isteği yok mu: uyuyabilmek için! öncelikle! ve eğer uyumak için çekip gitme olanağıgerçekten kalmadıysa, yaşama isteği de kendiliğinden kaybolur zaten. çünkü yaşamaya devam ettiğimiz sürece alayı arıyormuş gibi yapmak gerekecek."

“bu dünyada zamanımızı birbirimizi öldürerek ya da birbirimize taparak geçiririz. ‘senden nefret ediyorum. sana tapıyorum.’ yol almaya devam ederiz; depoyu doldurur, sonra yeniden doldururuz; kendimizi var kılmak en büyük zevklerdenmişçesine, her şey söylenip her şey yapıldıktan sonra bu bizi ölümsüz kılacakmışçasına, azgınlıkla ve bedelsiz olarak kendi ömrümüz içinde bir sonraki yüzyılın iki ayaklısına dönüşürüz. öyle ya da böyle, öpüşmek de kaşınmak kadar kaçınılmazdır.”

“gelecekten söz edenler alçaktır. önemli olan şimdidir. gelecek kuşaklardan söz etmek kurtçuklara nutuk çekmektir.”

“işçilerin bu leş gibi yağ kokusuna, genzi yakan ve kulak zarlarınıza içeriden saldıran bu buhara sonsuza kadar son vermek yerine, onlara mümkün olan tüm hazları verme niyetiyle makinelerin üstüne eğildiğini ve art arda civataları ayarladıklarını görmek mide bulandırıcıydı. boyun eğmiş olmaları bir utanç değildi. gürültüye bir savaşa teslim olur gibi teslim olursunuz. makinenin başında kendinizi kafanızın üstünde dingildeyen üç düşünceye bırakırsınız ve bu sonunuz olur.”

"belki yaş da, o hain de ekleniyordur bunlara ve bizi beterin beteriyle tehdit ediyordur. yaşamı dans ettirecek kadar müziğimiz kalmamıştır içimizde, işte bu. tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa? gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. bu dünyanın gerçeği ölümdür. seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. bense asla kendimi öldüremedim."

'' her alanda, asıl yenilgi, unutmaktır. özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derecede hırt olduklarını, asla anlayamadan gebermektir. bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız. insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da, yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine... ''

"insanlar o boktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir türlü vazgeçmek istemezler ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını sağlayamazsınız. ruhlarını böyle oyalarlar. bugün yaşadıkları haksızlıklardan intikam almak için geleceği bokla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin derinliklerinde. hem adil hem de ödlektirler aslında. doğaları budur"

"zaten belli sayıda başarısızlık geçirdikten sonra hepimiz birbirimize benzemeye başlarız. büyük bozgunun toplu mezarlarında en yüksek not ortalamasını tutturan tıp mezunu, roma’da staj yapma ödülüne layık görülen konservatuvar birincisiyle aynı muameleyi görür."

"gecenin sonuna yolculuk, son iki yüz senedir yazılmış en iyi romandır."
charles bukowski

"kanla ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil, ezberlenmek ister."
friedrich nietzsche
eger kitaplarda begendigim cumlelerin altini cizerek okusaydim muhakkak yarisini cizerdim gecenin sonuna yolculugumun. muthis tespitler kusursuz cumleler.. bir kere okumak asla yetmez defalarca okumak okumak lazim. bir kitabin hayat degistirecegine inanmam ama bu kitap hakikaten insani cok etkiliyor.
hayir abartmiyorum.
Günde bir öğün sıcak çorba ve her gece yatacak yer verebilen bir yetimhane ile tekinsiz sokaklar arasında çok fark vardır, kimsesiz bir çocuk açısından. ilkinde tecavüz bir ihtimal, ikincisinde neredeyse kaçınılmazdır, sözgelimi. ilkinde asgari bir sağlık mevzu bahis olabilir, ikincisi kesinlikle hastalık, muhtemelen erken ölümdür. Hayata bir gıdım olsun iyiliğe meyilli bir şekil kazandırmak ile tersini yapmak arasında dağlar, ovalar, okyanuslar kadar fark vardır. Acımasız, vahşi, kopmuş, çürümüş, salyalar saçan bir dünyanın ortasında kalakalmış bir çocuğu koruyup kollama istikametinde yapılacak küçücük bir özel veya tüzel tercih, bütün dünyayı kurtarabilir. Zira kötülüğün sarıp sarmaladığı bir vücuttaki 'iyilik' hücresidir o. Belki de yegâne hayırlı 'kanser' vakasıdır. Eğer hayat, hayatımız, yani yeryüzü devam edecekse, kanserin yayılmasını umut etmekten başka çaremiz yoktur...

Paranın ve kârın, irili ufaklı bütün ilişkileri zehirleyen kirli dengeler üzerine bina olmuş hükmü devam ettiği sürece, 'sevmek ve sevilmek' giderek imkânsızlaşacaktır. En arı şefkat ve sevgi ilişkisinin atfedildiği anne ile çocuk arasında bile koca bir şehrin kuburlarını dolduracak kadar pislik birikecektir. Kapitalizm, insanın vahşi hayatta kalma güdüsünün, hukuk ve demokrasi gibi uyuşturucularla makulleştirilip yüksek teknolojiyle birleşmesinden ibarettir, ki bu da müstakbel kıyametin kod adından başka bir şey değildir. Dünyayı kendi köyünden, kavminden, kabilesinden, aşiretinden menkul sanan ve devletin resmi kayıtlarında yer almayan son insan da öldüğünde, iyilik yazılabilir bir şey, bırakın yazmayı, işaret edilip hatırlatılabilir bir şey olmaktan ilelebet çıkacaktır. Yani, Louis Ferdinand Celine haklı çıkacaktır...

* * *

Celine, onu okumaya başladığım andan itibaren benim yazarım, benim adamım. Şöyle oldu: Charles Bukowski'nin Kasabanın En Güzel Kızı (Metis, 1992) kitabının son bölümünde, "Pis Moruğun Notları"nda rastladım adına ilkin. Bukowski, "Yazdığı tek bir cümleyi dünyalara değişmem" mealinde bir laf ediyordu onun hakkında. Böylesine iddialı bir cümle, Bukowski'nin yazma-içme sicili göz önüne alındığında, epey kuşkulu görünmüştü bana. Lakin çok da merak etmiştim.

1990'ların ortasına ait bu anlattığım. Aradan yıllar geçti ve 2002'de Tol yayınlandı. Birkaç ay sonra da Celine'in Gecenin Sonuna Yolculuk'unu gördüm bir kitapçının rafında. Kitabın kapağını açtım ve bitirene kadar başından kalkamadım. Kitabı kapattığımda ne Bukowski'nin söylediğine dair zerre şüphe, ne de kendi taze yazarlığıma dair gıdım moral kalmıştı bende. O günlerde benimle Tol'la alakalı röportaj yapan bir gazetecinin karşısında, bütün samimiyetimle şu cümleyi kurdum: "Celine'i daha önce okusaydım, belki roman yazmaya kalkışmazdım." Sonrasında, ne lüzum varsa, bir roman daha yazmış olsam da, o cümleyi hiç çekinmeden yine kurabilirim...

Celine'e duyduğum hayranlığın edebi sebeplerine dair uzun uzun satırlar yazasım yok hiç, zira öbür taraftan o cümlelere bakıp bana kıçıyla gülmesinden korkarım. Bir de şu var ki, öfkesi burnundan taşan, şapşal bir ne yapacağını bilmezlik halinde, otuz senelik hayatı elinde pis kokulu bir post gibi kalakalmış biri olarak okudum ben Celine'i, yani âdeta ısmarlama bir eldiven misali giydim. O yüzden de şu an kelimeler ağzıma doluşuyor, Celine'i anlatmak benim için bir tür çaresizce ayıklama gayretine dönüşüyor ve içim fena halde sıkılıyor. Fakat Celine'i henüz okumamış okurlar için, naçizane zikretmek arzusu duyduğum bazı hususlar var yine de:

Ey okur, Gecenin Sonuna Yolculuk adlı kitaba başlamadan önce, ömür listende mutlak, doğru ve ebedi sandığın ne kadar sevgi, hürmet ve sadakat maddesi varsa üzerini çiz. Annene, babana, kardeşine, bilhassa devlete, millete, cemiyete karşı az çok muhabbet besliyorsan, muhabbeti hemen kes, sus ve dinle. Kulaklarını iyice aç ki, üçüncü sınıf komedi filmlerinde işitip gülmeye aşina olduğun bir bataklık lisanı, görkemli bir medeniyetin eşsiz, tavizsiz ve taş gibi sert kutsal kitabı misali dolabilsin damarlarına. Ağzını iyice aç ki, aynı anda pişirilen bir ton karnabahardan daha beter kokan çürümüş cesetlerin, en bakılmaz gulyabanilerden daha çirkin ve korkunç ruhları, sızabilsin bağırsaklarına...

Ey okur, evinin mezar, yurdunun araf, dünyanın cehennem olduğu bilgisiyle iştigal etmek istemiyorsan, sözgelimi bir başkentin bir tepesinde inşa edilmiş bir kabrin cümle kimsesizleri ısıtmaya kafi gelen, kocaman bir kalorifer peteği olduğuna inanıyorsan, ipinle kuşağın birbirine denkse yani, hiç açma o kitabın kapağını. Ama illa açacaksan, ki tapınak duvarlarında esamisi okunmayan yasadışı ilahlar bu cesaretin için seni tebrik etsinler, yaşamak için ihtiyaç duyduğun rahatlatıcı ve şen yalanların bir tekini bile orada bulamayacağını bil.

'Gecenin sonuna' doğru çıktığın bu yolculukta kirleneceğini ve pis pis kokacağını bil. Hayatının sonuna kadar çıkmayacaktır o koku üzerinden, dünyanın bütün parfümlerini kalan pislik ömrüne sıksan da. Zira, ey okur, vicdansız bir cellat, iflah olmaz bir 'hırt' olduğunu öğreneceksin bu kitabı okuduğunda...

* * *

Yazıyı Gecenin Sonuna Yolculuk'tan bir alıntıyla bitirmek niyetindeyim. Ama önce, bir okur olarak, teşekkür edeceklerim var: Harika tercümeden dolayı Yiğit Bener'e... Kim bilir nasıl delice bir mesaiydi Celine'i Türkçeleştirmek, ellerine sağlık Yiğit Bener, çok teşekkür ederim... Yiğit Bener'in amcası Vüs'at O. Bener ve babası Erhan Bener'e sonra... Kitabın yayınlanmasından önce henüz hayatta olan ve metni gözden geçirdikleri kitabın kapağında vurgulanan o iki muhteşem merhumun, tercümenin daha da lezzet kazanmasında büyük katkısı olduğuna eminim. Çok sağolsunlar, nurlar içinde yatsınlar...

YKY'ye de teşekkür ederim. Belli ki yetmiş yıl boyu bütün yayıncıların gözünü korkuttuğu için el atılamamış bu şaheseri, benim gibi Fransızca bilmeyen okurlara sunduğu için...

* * *

Ve şimdi, 'yolculuğun' bir kısmını tecrübe etmenin vaktidir:

Fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hak'ka dönüşüyor, anlıyor musunuz... Öyle olursa bu işin sonu nereye varır? Dolayısıyla, dikkatinizi çekerim, ufak tefek aşırmaların cezalandırılması dünyanın her yerinde en katı biçimde uygulanır, yalnızca bir sosyal savunma yöntemi olarak değil, ama aynı zamanda, özellikle de tüm zavallılara yönelik ciddi bir gözdağı olarak, otursunlar oturdukları yerde, kendi sınıflarında, keyiflerine baksınlar, yüzyıllar boyunca ve sonsuza dek açlıktan ve sefaletten gebermeye güler yüzle razı olsunlar... Ama şimdiye kadar küçük hırsızların Cumhuriyetimizde sahip oldukları bir ayrıcalık vardı, o da vatansever silahları kuşanmak onurundan mahrum bırakılmak. Olsa yarından itibaren bu durum değişecek, yarından itibaren, bir hırsız olan ben, ordudaki yerime geri döneceğim... Emirler böyleymiş... Yukarıdaki birileri, benim 'gaflet anım' diye nitelendirdikleri şeye sünger çekmeye karar vermişler, bunu da, dikkat buyurun, yine 'ailemin onuru' olarak adlandırılan şey adına yapmışlar. Ne âlicenaplık! Sorarım size dostum, ailem mi iç içe geçmiş Fransız ve Alman kurşunlarına hedef olup onları birbirinden ayırmak için elek görevi görecek?... Tek başına ben göreceğim o işlevi, öyle mi? Peki ya öldüğümde, ailemin onuru mu hortlatacak beni?... Bakın işte, savaşla ilgili şeyler geçip geride kaldığında ailemin neler yapacağını şimdiden görür gibiyim... Her şey unutulup gider... Keyifli Pazar günleri, geri gelen yazın çimlerinde zil takıp oynar o canım ailem benim, şimdiden görür gibiyim... O sırada ben, aile babası, yerin üç kat dibinde, içim dışım solucan olmuş, 14 Temmuz Milli Bayramı'nda sıçılan bir kilo boktan bile daha iğrenç, düş kırıklığına uğramış tüm çuvalımla muhteşem biçimde çürüyor olacağım... Meçhul çiftçinin ekinlerine gübre olmak, gerçek askeri bekleyen gelecek budur işte! Ah! Dostum! inanın bana, bu dünya aslında tamamen insanlarla taşak geçmek için yaratılmış koskocaman bir kandırmacadır! Siz gençsiniz. Bu keskin görüşlü dakikaların sizin için yıllar değerinde olmasını dilerim! Beni iyi dinleyin sevgili dostum, Toplumumuzun tüm öldürücü ikiyüzlülüklerini ışıldatan bu temel işareti, önemini iyice sindirmeden bir daha asla atlamayın: 'Çulsuzun kaderine, yaşam koşullarına şefkatle eğilmek...' Sizlere sesleniyorum, insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, haraca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum, bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir... Bu kesin bir işarettir... Asla şaşmaz. Bu iş şefkatle başlar. XIV. Louis, hiç olmazsa, zavallı halkı hiç ama hiç takmıyordu, bari o unutulmasın. XV. Louis'e gelince, o da öyleydi. Halkı kıçının bezi yapıyordu. O zamanlar da yaşam kolay değildi elbette, yoksullar zaten asla iyi koşullarda yaşamadılar, ama hiç olmazsa günümüzün zorbalarının gösterdiği türden bir inat ve hırsla onları delik deşik etmeye çalışılmıyordu. Alttakiler ancak, iyi dinleyin, kodamanların aşağılamalarında huzur bulabilirler, çünkü onlar halkı sadece çıkar gereği ya da sadistlikleri tuttuğunda düşünürler...

Onu, yani Princhard'ı, bir daha hiç görmedim. Onda aydınlara özgü tüm kusurlar vardı, koftu. Fazla şey biliyordu bu çocuk ve bu bildikleri kafasını karıştırıyordu. Heyecanlanmak ve karar verebilmek için bir sürü numaraya gereksinim duyuyordu...