bugün

Anlatmak isteyen var ise zevkle dinleyebilicigim hikayelerdir.
insan doğar, yaşar, ölür.
Dünyanın en boktan sabahıydı.
Kuşum hiç susmuyordu,
Kafesindeki aynayı gagalayıp duruyordu.
Camımın önündeki lağım patlamıştı
Ve etraf bok kokuyordu ve kültablasını
Gece yatağa dökmüştüm.
Sabaha kadar bütün yatağa bulaşmıştı.
izmaritler ve küller arasındaydım, ölüyordum.
Güneş çoktan doğmuş ve batmaya hazırlanıyordu.
Telefon çalıyordu;
Verdiğim bir söz üzerine arayan eski bir dosttu.
Doğrulup günlük küfrümü ettim.
Bir süre oturdum yatakta.
Başım çatır çutur dökülüyordu avuçlarıma.

Duşa girip gereğinden fazla ayıldım.
Çıkıp bir bardak viskiyle açığı kapadım
Ve evden bıraktım kendimi;
Dayanılmaz istanbul trafiğine..

Lafı uzatmayalım.
Kötü bir cafe&bar'a gittik.
Sayısız tekila, bira ve viski içtim
Bir de adını bilmediğim bir kokteyl.
Fakat orospu çocukları içkilere öyle çok su koyuyordu ki
Ne yapsam sarhoş olamıyordum.
Muhabbet hiç iç açıcı değildi.
Eski arkadaşlarla asla eskisi gibi konuşulmaz.
Ben de "kötüyüm" ve "işim var" arası bir yalan söyledim.
Çıkıp yürüdüm biraz
Ve damsız alan ilk bara attım kendimi.

Zifiri karanlık ve kötü kokuyor.
Etrafta birbirinin kıçını avuçlayan erkekler,
Esrar çeken yaşlı kadınlar
Ve paraya aç travestiler var.
Tam benlik. Yalnız kalabilirim.

Kendimi bara attım
Barmenin tam karşısına.
Gereğinden yüksek bir tabure
Ayaklarım sallanıyor boşlukta.
Bir sek viski söyledim,
Barmen tatlı bir kız,
Sadece fazla makyajlı
Ve kendini müziğe kaptırmış
Hiçbir içkiyi düzgün hazırlayamıyor.
Koyduğu biraların yarısı köpük
Ve kokteyleri.. Tanrı bilir.
ilk viskiyi tek dikişte bitirdim.
ikinciyi de.
Üçüncüyü de söylemiştim ki
Yanımda oturan kadını farkettim.
Daracık ve simsiyah elbisesi,
Saçlarıyla uyaklı ela gözleri..
Yüzü için tanrı ne kadar uğraştı kimbilir.
Bacaklarından aşağı doğru kaydı gözlerim.
Uzun topuklu ayakkabılarına, ince bileğine,
Ve bileğindeki kuyruklu yıldız dövmesine takıldım.

Sanırım biraz uzun dalmışım.
Bakışımı farkeden yanımdaki yaşlı kurt:
(Yaşına göre iyi götürüyordu içkileri)
- O ayakkabıların içindekini görmek için
Bir çok şeyimi verirdim, evlat, dedi.
- Anlayamadım.
- Kadın, diyorum, çok güzel,
Belli bakımlı da.
-Evet. Doğrusu hoş parça.
- Kırmızı ojeye bayılırım;
Hele böyle körpeyse..
insan böyle kızlara baktıkça
Bütün gururunu yıkıp köle olmak istiyor..
- Haklısın. Bir dene istersen şansını, yer değiştirebiliriz.
- Yok artık.. Benden geçti böyleleri,
Şansımı arkamızdaki travestiyle deneyeceğim,
Yeterince sarhoş olursam o da..
- Yapma.. O kadar da umutsuz olmamalısın.
Ayaklarını yalatmak isteyen egoist kadınlarla dolu burası.
- Umarım haklısındır.

Göz kırpıp içkisine döndü.
Dünyayı düşündüm. Sıkıcıydı.
insanları düşündüm;
Farklı hayaller için aynı savaşı veren,
Farklı fantezileri olan,
Aynı yatakta bambaşka sevişen insanları..
Ne ilginçtiler. Neler vardı şu hayatta.
Ama hak veririm hepsine;
Bakımlı bir kadının sevilmeyecek bir yanı yoktur.
içkimi bitirip yenisini söyledim.
Ve kaybedecek ne var ki diyip
Yanımdaki kadına yaklaştım.
Kulağına eğilip bir süre parfümünü içime çektim;
- Yanımdaki adam ayaklarını yalamak için her şeyini verirmiş.
Abartılı bir şekilde kahkaha attı.
- Söyle arkaşına arkadaki travestileri denesin,
Veya yeterince parası varsa kapının önünde
Her şeyi yapacak o kadınlardan bulabilir.
- Bana travestileri deneyeceğini söyledi,
Ayrıca arkadaşım filan değil, sadece bilmeni istedim.
- Neden.. Bilmemi istedin?
- Bir nedeni yok, yalnızım ve sen güzelsin ve konuşcak hiçbir şeyim yok.
Hepsi bu..
Güldü yine uzun uzun, itici gelmeye başlamıştı.
- Sevdim seni.
- Neden?
- Dürüst birine benziyorsun, saf hatta.
- Şimdi ben de seni sevdim güzelim.
- Neden? (Dişleri bu bara yakışmayacak kadar beyazdı)
- Bana dürüst dedin hatta biraz "saf".. Dile benden ne dilersen!
- Niye. Yoksa sinsi bir zampara olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun.
- Hayır ben dürüst ve safım.. Kullan beni, sabaha kadar.
- Anlaşıldı. iyisi mi içkime döneyim.
Memnun oldum.. Adın her neyse.
- Sen bilirsin. Ben de memnun oldum.

içkime döndüm, yaşlı kurt,
Gözüne kestirdiği travestiyle dans ediyordu.
Barın gerisi aynı tantana,
Göz gezdirirken etrafa, az ilerde,
Bir oğlan dudaklarını yalayıp bana göz kırptı.
Orta parmağımı gösterip barmene döndüm.
- Bir viski daha, buzsuz.

Kafa yormaya değmezdi aslında
Hiçbir şey..
Sadece insan, özellikle içerken,
Bir şeyleri düşünmek isterdi.
Cebindeki parayı, sevdiğini,
Dışarda yağmur yağıp yağmadığını,
Yarınki maçları,
Barmenin ona nasıl baktığını
Kredi kartının son ödeme tarihini.
Saçmaydı belki ama yapacak başka bir şey yoktu.
Ben de bu şiiri yazmayı düşünüyordum o sırada.
Güzel dizeler kuruyordum kafamda,
Şimdi hatırlamadığım..

Birden bana döndü yüzünü,
Ela gözlerinde heyecan vardı.
- Sen kesinlikle safın teksin.
- Ee? kullanacak mısın beni?
- Hayır.. Yani bilmiyorum.
Önce tadına bakmam gerek.

Dudakları dudaklarıma yaklaşıyordu.
Hazırdım. Her zamanki gibi.
Fazla zor olmamıştı ve çok güzeldi.
Güzel kokuyordu, biraz içkili.
Ama ne yaptığından kesinlikle emin.

Birden çektim başımı geri.
Sevdiğim kız belirdi gözümün önünde.
En son onu öpmüştüm.
Başkası layık olamazdı artık dudaklarıma.
Bir tek onu sevmiştim.
Adını umursamadığım sıradan kadınlar
Koynumda şefkatli uykularına dalarken,
Ben, bütün düşlerden sıyrılıp
Onu düşünmüştüm.
Öpsem, aldatmak olmazdı belki adı..
Çünkü adı konulmamıştı.
Olsun.
Ben ona aittim artık.
Her ne kadar onun olmamı istemese de.
Kıyamazdım,
Kurduğum hayalleri incitmeye.

Gay olup olmadığımı sordu.
Olmadığımı söyledim.
Hesabı istemek için
Barmenin dikkatini çekmeye çalışıyordum.
Nedenini sordu. Özgüveni kırılmış.
Açık sözlülüğü hoşuma gitti.
Ona güzel olduğunu söyledim.
Neden öpmediğimi sordu bir daha,
iktidarsız olup olmadığımı sordu,
Öyleyse çekinmeden itiraf edebileceğimi söyledi.
Gecenin devamından korktuğumu düşünmüş olmalı.
Hayır, dedim.
- Sadece aşığım.
- Biliyordum, iktidarsızsın.
( Son kez duydum o rahatsız eden gülüşünü.)
Bakış açısına bağlı, deyip gülüşüne eşlik ettim.
- Penisini kaldırmanın tek yolu onunla sevişmek,
Ya da onu unutmak.
Çok kesin söylemişti. inen son dinden alıntı bir dua gibi.
- Tahmin edebiliyorum da, sen nerden biliyorsun.
- Hiç. Senin gibi bir çocuğa aşıktım eskiden. O söylemişti.
- Seviştiniz mi bari?
- Hayır. O sevdiği kızla hiç sevişmedi.
Ve hiç unutmadığı için, ben de onunla sevişemedim.

Söyleyecek bir şey kalmamıştı.
Umut çok azdı. Hesabı ödedim.
iyi geceler dileyip kalktım.
Çıkarken yaşlı kurtu göremedim.
Muhtemelen kötü bir otel odasında,
Varlığımı bile unutmuş bir halde,
Barda dans ettiği o travestiyi yalıyordu.
Ve ben, hala aşk'ı düşünüyordum.
Hadi gece gece anlamlı bir hikaye yazayım;

Ağanın bir kızı varmış. Ama nasıl desem kız o kadar güzel ki hani kraker gibi bişey. Hiç bir şey yapmasan alır evinde bir ömür beslersin. Ağanın kahyasının bir oğlu varmış. Fazla yakışıklı sayılmaz ama dürüst namuslu biriymiş. Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi erkek kıza aşık olmuş fakat tabii ki kızın haberi yok. Kızı ülkenin dört bir yanından isteyen varmış ama armudun sapı üzümün çöpü diyerek kimseleri beğenmezmiş.

Neyse bizim genç artık dayanamaz duruma gelmiş ve kıza açılmaya karar vermiş. babası yapma etme dediyse de dinlememiş ve bir yolunu bularak kıza duygularından bahsetmiş. Kız alay edercesine gülmüş ve bir kendine bir bana bak, hiç yanıma yakışır mısın? Kendini bana nasıl layık görürsün demiş. Bunun üzerine genç artık buralarda duramam, bu acı ile yaşayamam demiş ve çekmiş gitmiş.

Aradan 10 yıl falan geçer ve genç baba ocağına döner. Yanında güzel bir eşi ve bir de dünyalar tatlısı kızı da vardır. Uğruna doğduğu topraklardan gittiği kızı görmüş. Güzelliğinden eser kalmamasına rağmen genç bir görüşte tanımış. Yanında kel kısa boylu göbekli biri varmış. O erkeğin gittiğini görünce kendisi de eşini ve kızını babasının evine göndermiş ve yanına varmış.

Sormuş;

-Beni tanıdın mı?
+Evet tanıdım.
-Yanında ki kimdi?
+Kocamdı.

Tabi genç hayretler içerisinde sormuş;

-Bu nasıl olur? Sen ki ülkenin dört bir yanında talibi olan, ağaların, beylerin aklını alan biriydin nasıl olur da böyle biri ile evlenirsin?
+Bu sorunun cevabını alacaksın ama daha öncesinden senden bir şey istiyorum.
-Ne istersen yaparım...
+Şu gül bahçesini görüyor musun?
-Evet.
+işte o bahçeden bana en güzel gülü getirirsen sorunun cevabını veririm. Yalnız sıradan bir gül istemiyorum, en güzelini istiyorum.
-Peki.

Sonra genç gül bahçesine dalmış. Tek sıra halinde güller diziliymiş. Daha ilk adımında çok güzel bir gül görmüş, almak için eğildiğinde bir arka sıradakinin daha güzel olduğunu farketmiş. ilk gördüğü gülün üzerine basıp, arkasında ki gülü almak istemiş. Fakat bir arkasında ki ondan da güzelmiş. Bir arkası bir arkası diye diye en son bahçenin sonuna gelmiş.

Bahçenin sonunda tek bir gül kalmış, oda yaprakları soluk, kokmayan, boynu kırık bir gülmüş. Dönmüş arkasına bakmış sağlam bir tane bile gül yok. Hep bir sonra ki gülü almak isterken diğerini ezdiğini farketmiş.

Yapacak bir şeyin olmadığını gören genç, elinde ki son sağlam gül ile kızın yanına gitmiş ve olanları anlatmış.

Ve kız ; Şimdi anlıyor musun neden bu adamla evlendim? Ben hep kısmetleri mi bir sonra ki için geri çevirdim. En sonunda bu adam kaldı bende mecburen bununla evlendim.

======

Yani bu hikaye de şunu anlamayız. bazen bir sonra ki diye diye elimizde bir bok kalmıyor.

Bu arada tam 14 dakikadır bu yazıyı yazıyorum. Okumayana çok kırılırım.
anlatamayacağım kadar kısa ve ciddiyetten uzak hikayelerdir. malum ölümün olduğu bir yerde daha uzun ve ciddi anlatılabilecek ne olabilir ki. *
zenginlerin ve fakirlerin eşit standartlarda yaşadığı, mutlu, demokratik bir ülke varmış...
bir akşam mahallede gençler toplanmış, ikişer bira alınmış, titrerken içilmeye çalışılıyor ve aynı zamanda yalanlar gırla gidiyordur. yüksek sesle gülmeler, yalanlara inanmalar ve balkonları kesmeler derken, bir abimiz balkona çıkar ve yaşları 20 - 30 arası değişen sekiz yahut on kişilik grubu azarlar. grup ders çıkarmamış olacak azardan ki devam eder gürültüye. saat gece yarısını geçmiş tahammül son noktaya ermiştir. asabi ağabeyimiz polisi aramış ve şikayet etmiş. polis arabasının lambasını sezen herkes ufaktan yollanmaya hazırlanır ki araç hızlanır. herkes kaçma moduna girer. girer girmesine de grubun en saygın ahtapotu tavuk karası hastalığı yaşayan bir kardeşimizdir. (bkz: tavuk karası)
herkes bir anda ortadan kaybolur, kendine polise yakalanmayacak bir köşe bir çöp konteyneri arkası bulur ve sessizden beklemeye başlar. tavuk karası olan arkadaş çok uzaklaşamamış ve etrafa kesik atan polisin 15 metre ötesinden seslenir,
-nazıımmmmmmm, iyimi bura, görürlermi hacııı
(saklandığı yer sokak lambasının dibidir. gecenin karanlığında görünen tek şey. saklanan herkes gülmeye başlar ve polis affeder, evlere dağılınır.üzerinden 6 sene geçer ve sözlükte yazılır) .
Bir varmışım, bir yokmuşum evvel zaman içinde kalbur zaman içinde develer tellal iken pireler berber iken alper adında biri varmış. Uludağsözlüğe üyeymiş. *
Emilie yaşının verdiği şehvetle herkesi büyülüyordu. Altın rengi dalga dalga saçları, yosun yeşili gözleri ve kan kadar çekici kırmızı dudakları onu görenleri baştan çıkarmaya yetiyordu. Texas Eyaleti’nin Fort Bend şehrinde yaşayan Emilie üniversiteyi Houston’da okuyordu. Güzelliği kızlarla arkadaşlık kurmasında büyük bir engeldi. ilk yılını başarı ile tamamlayan güzellik abidesine Cherokee’de yaşayan babası önceki yıl üretilmiş 71 model Mustang hediye etmişti. Arabası ile popülerliği artan Emilie artık daha fazla şehir görecekti. ikinci yılında ise ortalama notlarla bitiren Emilie’nin artık daha fazla arkadaşı vardı.

Emilie basket maçına gittiğinde, Alexandré onun dikkatini çekmişti. Basket takımının final galibiyetinden sonra JR’s Bar’da eğlenen Alexandré ve arkadaşlarına Emilie ve kız arkadaşları eşlik etmişti. Alexandré Emilie’yi ilk kez bu kadar yakından görüyordu. Ondan bir türlü gözünü alamıyor, içten içe bir hayranlık besliyordu. Alkolün de verdiği rahatlıkla kısa zamanda çok yakınlaşmışlardı. Gece geç saatlere kadar eğlendikten sonra Alexandré, Emilie’yi evine davet etti. Emilie’de Alexandré’ye hayır diyemedi. Arabayı Alexandré kullandı ve eve gidene kadar yüksek seste müzik dinleyip eğlendiler. Sam Houston National Forest’tan geçtikten sonra ıssız bir kasabaya girdiler. Karanlık; şehrin bütün günahlarını örtüyordu. Alexandré’nin evi ormanın bitişiğinde, ahşap ve eski bir evdi. Kahkalarla eve girdiler. Emilie, Alexandré’nın kollarından tutup yatak odasına götürdü. Sanki önceden yerini bilirmişcesine.

Emilie 6 yaşındayken ailesi borç batağındaydı. Babası Elijah kendini kumara kaptırmış, çareyi orada aramıştı. Her defasında daha da borçlanarak çıkışı zor bir yola girmişlerdi. Emilie bu olanlardan etkilenmişti. Bir gece aniden kapı çalmıştı. Annesi Rose bu duruma alışkındı ama Emilie için öyle değildi. Gelenler Texas’ın önde gelen kumarhane sahibi Rond’un adamlarıydı. Elijah’ı salona çektiler. O esnada küçük Emilie ve Rose’u da kollarından tutup oraya getirdiler. Babasını gözlerinin önünde dövüyorlardı ve en sonunda Emilie’nin hayatını değiştiren olay oldu. Babasının testislerini parçalıyorlardı. Rose olanlar karşısında yere yığılmış, Emilie ise olanları anlamaya çalışıyordu. Kanlar içinde kalan Elijah kızının yanında acısını belli etmemeye çalışıyordu..

Alexandré sırt üstü yatmış elleri Emilie’nin kalçalarındaydı. Emilie hızlı hareket ediyor, ön sevişmeyi bitirip artık sekse geçmek istiyordu. Bir kızın ön sevişmeden daha çok zevk aldığını bilen Alexandré bu hareketlerine anlam veremiyordu. Emilie ellerini Alexandré’nin elmacık kemiğine koyarak önce boynundan göğsüne, oradan penisine indi. Alexandré aldığı zevkten dolayı kafasını havaya kaldırıp gözünü kapadı ve kendini tamamen Emilie’ye bıraktı. Emilie artık planını gerçekleştirme niyetindeydi. Topuklu ayakkabısının tabanına sakladığı bıçağı çıkartıp kendinden geçmiş olan Alexandré’nin penisine sapladı. Acı içinde ve şaşkın gözlerle kafasını kaldırıp Emilie’ye baktı. Emilie hızlı bir şekilde elindeki bıçağı daha önce Alexandré’nin boynunda öperek morarttığı yere sapladı.

Emilie 12 yaşına geldiğinde de kötü olaylar peşini bırakmıyordu. Annesi ile mantar toplamaya gitmişlerdi, her cumartesi sabahı olduğu gibi. Orman bekçileri 32 yaşındaki Rose’u görmüşlerdi ama Emilie daha arkada olduğundan farketmemişlerdi. Rose 3 kişinin arasında kaldı, kaçacak yeri yoktu.

devamı: http://serikatiller.tumbl...m/post/38180918727/emilie
http://serikatiller.tumbl...8259164495/bir-gece-yar-s
Bir adam bir kadınla karşılaştı. Bir şafak vakti belki de sabah. Aslında tam tamına 06.57.17. Akrep ve yelkovan ve saniye çizgisi tam olarak buydu.
Daha önce birbirlerinden haberi bile olmayan bir adam ve bir kadın. Belki de sabah çok kez görmüşlerdi birbirlerini. Kadının okulunun hemen arkasındaydı adamın iş yeri...
Sohbet. Sabahın o saatinde bu iki insanı bir araya getiren şey. Evet emekçiler yürüyorlardı sokaklarda. Sokaklar onların sesleriyle şenleniyordu. Islıklar ve zılgıtlar ikisinin etrafını sarmıştı çoktan. Kim bilirdi ki adam emekçi olduğuna yüzlerce kez dua edecekti inanmadığı tanrıya.
Geçen günler adam gitgide farklı bir şekilde kadının karşısına çıkıyordu. Daha bir başka bakıyordu kadına. Kadının bunu farketmesi öyle çok uzun sürmedi. Anladı her ikisi de farklı bir durumla karşıya karşıya olduklarını. Kadın çok sevdi adamı, adamın sevgisini...
ve sonunda bitti. tıpkı solan bir yaprak, sönen bir mum, ölen bir insan gibi.
çok mu dertsiz duruyorum ordan bakınca, dedi yaşlı adam.
replik çalma diye karşılık verdi genç adam. gülüştüler bir süre. yaşlı adam öleceğini biliyordu, genç adam da bunun farkındaydı.
bir gün bu gerçek onları yakalayacaktı. zaten yaşlı adamın son zamanlarda daha da fenalaşmıştı. kimi zaman altına dahi kaçırıyordu. kendine bile tahammülü azalıyorken, genç adam o'nun yanı başında bekliyor, bir anne şefkatiyle pisliğini temizliyordu.

o'nu seviyordu ve herşeyi yapabilirdi. pisliğini temizlemek yapacaklarının yanında bir anlam ifade etmiyordu. elini tuttu yaşlı adamın. yumuşak kadifemsi eliyle yaşlı adamın elindeki çizgileri yokladı. derisini hafifçe çekiştirip daha da kırıştırdı.. bu o'na müthiş zevk veriyordu. çocuksu bir heyecan duyuyordu o'nun elini tuttuğunda.
ve bir öpücük kondurdu, hayatının son demlerini yaşayan yaşlı adamın yanağına..

ayrılık çok zor olacaktı genç adam için. her gece 'keşke dünyaya daha erken gelseydim' diye ağlıyordu yanında yatan sevgilisine belli etmeyerek.

ikisi de çok geç bulmuştu birbirini ve çok acı çekmişlerdi. ama bunları artık kimse önemsemiyordu. acı çektirenlerde çekenlerde unutmalıydı her şeyi.

geçmiş küçük bir çocuğun düşüp dirseğini kanattığı andaki çığlık gibiydi. çok kan akmış şefkat ile unutulmuş geriye sadece izleri kalan..
yıllar sonra bile çocuğun dirseğinde izi olacak fakat acı vermeyecekti..

arada bir o çığlığın yankısını duyuyordu genç adam. ama sonra.. karşısında duran adamın kamburlaşmış sırtı, zayıflamış kemikleri, çıkardığı takma dişinin oluşturduğu boşluğu seyrediyor sonra gözlerine bakıyor ve unutuyordu işte.. yaşli adamin gözlerindeki her neyse, adına her ne deniliyorsa unutturuyordu geçmişin çığlığını.. sihir gibi bir şey olmalıydı. ya da aşk..

gece oluyordu..halbuki hep nefret ederdi genç adam karanlıktan..
babası hep geceleri içerdi. annesi hep gece ağlardı.. hem karşı komşu zübeyde teyze de gece uykuda yakalanmamış mıydı ölüme?

gece oluyordu. ve yaşamın kıyısındaki adam hala uyumamış genç adamın gözlerinin içine bakıyordu..
sesindeki gıcıklığı öksürerek attı yaşlı adam.. derin bir nefes aldı:

'gece olup ta ay dost olacaksa bana
sabaha kadar
aydınlatacaksa sana boğulmuş
zifiri karanlık odamı
bir sis halesinin içinde pembeler çalacaksa vicdanıma
ben hazırım seni kendime katmaya,
şehvetime vicdanımı sunmaya.
sabah olduğunda güneşin koynundan uyanmış gibi kalkacaksam
senin yanından
terini kokunu özletmeyeceksen bana
ayın dostluk edeceği zamanlara kadar,
yarınlarımı gömüp sana
ben bu gece ölürüm.
ve her öpüşünde benim bedenim yerden yükselip
konacaksa baykuş kanatlarına
ben ayın hilaline uçurtma olurum
sabaha kadar
seninle.
nasıl olsa her sabah sonlanacak
geceyle
seninle'

çok severdi yaşlı adam şiiri. belki hafızasında binlerce şiir vardı. hepsini, her fırsatta genç adama sunmak isterdi. binlercesinden birkaç şiir paylaşmıştı sadece..

şiiri duyan genç adam gözyaşlarına hakim olamadı.. yaşlı adamsa hiç istemezdi sevdiceğinin gözyaşlarını görmek.. kızmak istedi, bağırmak..tutup kolundan 'kes şu ağlamayı' diye haykırmak istedi belki...

tek yaptığı genç adamın gözyaşlarını silmek oldu..

'nasıl veda edilir bilemiyorum. ikimizde biliyorduk bu anın geleceğini.
ve ben hissediyorum sabaha seni göremeyeceğimi
gecede nasipmiş yüzünün tüm detaylarını hafızama kazamak.. belki bilirsin sen, ölünce unutur mu insan sevdiğini.. ben unutmak istemem.. sen de unutma beni..
belki gökyüzünde bir yerde belki korktuğun karanlığın noktasında belki bir filmin, yazının en can alıcı yerinde.. belki yaşamın tüm ayrıntılarında.. belki benim gibi ölüm döşeğinde.. beni görürsün.. ben seni gideceğim yerde he görüyoum olacağım..
saçmalıyorum çok konuşturma beni.. hem son sözümün bunlar olmasını istemem..' diyerek güzel bir kahkaha patlattı yaşlı adam..

genç adamsa içine atmaya çalıştığı hıçkırıklarda boğulmak üzereydi.. kalbi daralıyor, nefes alamıyor.. sanki karşısındaki değil de o ölecek gibi hisediyordu.. ölüm bu olsa gerek diye geçirdi içinden..yaşlı adamı daha iyi anlıyordu.. her güne bu hissi tatmak..
ölüm belki de acılarını dindirecekti yaşlı adamın..
peki onu kaybetmenin acısını ne dindirecekti?

aklından geçenleri yaşlı adamla paylaşmak istedi.. ama bu gerek yoktu ki.. tecrübe dolu bakışı genç adamın üzerindeydi.. anlıyordu her şeyi. kelimeler anlamsız birer başağrısı..sessizlik ve genç adamın elini istiyordu kalbinde..

elini tuttu genç adamın.. kalbine götürdü.. ritimleri hissetmesini istiyordu belki genç adamın..birazdan sessizliğe bürünecek olan ritimleri.. elini sardı genç adamın.. sıcaklığı hissetmesi için.. belki birazdan buza çevrilen sıcaklığı..

aşk denilen şey ölüyordu işte. genç adamın elinden bir şey gelmiyor, yutkunamıyor, ağlayamıyor hareket dahi edemiyordu.. soğuktanda nefret ederdi zaten..

''..seviyorum seni boşuna
boşuna yaşıyorum
yaşamı bölüşemiyecegiz ki.."
yatıyordu başını yastığa gömmüş şekilde..

uykusu yoktu fakat gözleri kapalıydı. uyuyor izlenimini uyandırıyordu. oğlu ve gelini de pek umursamıyordu zaten. bu kadar çabaya değer miydi bu uyuma numarası?

konuşmak istemediğinden belki.. konuşacak birşeyi de yoktu ki zaten. yalnızdı. yalnızlığın dibine vurmuştu.. hayatının son demlerini çocuklarının evinde bir kaç ay kalarak geçiriyordu. kocası da öleli epey olmuştu.. ki olsaydı da kocası da onun yalnızlığını anlayamazdı. eve gelir, yemek yer, uyur ve giderdi.

yastığa gömülü kafasından o kadar çok düşünce geçiyordu ki.. oğluna baktı. o'na hiç ilgi göstermeyişi, bağrına basıp neden okşayamadığını sordu bir müddet kendine.. hiç vakti olmamıştı ki.. çalışmaktan.. sürekli çalışırdı. 70 yıllık ömrünün yarısından fazlasını mutfakta yemek yapıp, evi temizlemek, odun taşımak çamaşır yıkamakla geçirmişti.. yıllar akıp giderken sevmeye vakti olmamıştı oğlunu.. bunları düşünmeye dahi vakti olmamıştı ki.
şu soğuk evin odasında torunlarının bilgisayara gömülü halini görünce pek üzüldü.. pek nadir konuşurlar, okuldan eve gelip bilgisayarlarının başlaırna otururlardı. babaannelerinin yüzlerine dahi bakmaya ihtiyaç duymazlardı.

zaten onun yüzüne kimse bakmazdı.. torunun bir kere annesine şikayetini duymuştu..

'babaannem midemi bulandırıyor, çok kötü yemek yiyor tuvaleti de pis bırakıyor'

idare et diyordu annesi.. yaşlı kadın utanmıştı. birkaç gün hiç konuşmamıştı.. kimse de umursamamıştı bunu zaten.

yemek yerken döke saça yiyordu. titreyen elini gizlemek için çırpındıkça etrafa daha çok yemek saçıyor daha kötü yiyordu.. mesela torunları onun yediği tabaktan yemezdi. onun soyduğu meyveyi yemezlerdi..

yaşılılık kötüydü onların gözünde..
yaşlı insanlar pis oluyor ve kokuyorlardı. hem sürekli ağlarlardı..
bir keresinde yaşlıların toprak koktuğunu duymuştu.. çok küçükken.
toprak çağrır, istermiş yaşlıyı..

bu vakitten sonra sadece toprak kabul edermiş yaşlıları..

yastığa gözyaşları akıyordu.. hıçkırarak ağlamamayı öğrenmişti. ses çıkarmıyor fakat gözündeki yaşlara hükmedemiyordu.
baktı oğluna..
kocasını görüyordu onda.. kalın dudakları, koca burnu, gür saçlarıyla kocası vardı karşında..
onu sürekli döven kocası..
en son ne zaman güldüğünü düşündü..
düşünmek zorunda kalmayacağı bir diyara göç etmek istiyordu..

gözlerini kimseyi kandırmadan kapatacağı anı bekliyordu..
en iyi bu olacaktı, en iyisi..
çünkü yaşlılar toprak kokuyordu ve onları sadece toprak kabul ederdi..
üniversiteye gittiğim ilk gün. bilmediğim bir şehir. trende bir adam ile karşılaştım. yardımcı olabileceğini söyledi. beraber indik trenden. konuştuk o sıra ondan etkilendim. kendinden ödün vermeyen karizmatik bir sesi ve süper ötesi bir vücudu vardı görür görmez benim erkeğim bu demiştim. bana yardım etti. kayıt yaptırmada ev bulmada ve hatta temizlik yapmamda. ilk gün yatacak yer bulamadığım için evinde kalabileceğimi ve başka bir yere gidebileceğimi veya beni bir otele yerleştirebileceğini söyledi. otelde kaldım. ertesi sabah otele geldi aldı beni mükemmel bir kahvaltı yaptık ve az çok üniversite yolu, otobüsleri, dolmuşları, tramvayları falan gösterdi, anlattı. ne hoş adam diye geçirip durdum içimden. ben biraz soğuk davranırım insanlara yani cool birisin derler bana. yavşama tavırları göstermedim bu adama. ertesi gün beraber kampüse gittik. herkes bu adama bakıyor, gördüğü herkese selam veriyor ve ben yeni olduğumu belli etmemek için uğraşıyordum. öğrendim ki bu adam üniversitenin en popüler adamlarından birisi. sevgilisi vardır diye düşündüm ama sonraları öğrendim ki yokmuş. biz bu adamla uzun bir süre arkadaş olarak takıldık ama o benimdi bundan emindim. bir gün neyse biz bu adamla sevgili olduk, aynı evde yaşamaya başladık derken bir evlenme teklifi, aileler, misafirler, ben gelinlik o ise damatlık içinde...

oğlum 1.93 boy mu olur lan? yanında çocuk gibi duruyorum. ses tonunu yerim ayrıca o çok güzel. biraz kilo alsan hiç de fena sayılmaz. tamam popüler biri olabilirsin ama bu niye bana sökmüyor anlamış değilim. göz önünde bulunmayan bir tip olsaydın eğer gerçekten harika bir ilişkimiz olabilirdi. bu şehire adımımı atar atmaz seni tanıdım. nerden bulaştım sana? nerden tanıdım? hoş, tanımasaydım da tanışacaktık o ayrı mesela ama bu kez farklı bir şekilde belki de... hoş adamsın lan. harbi böylesin. ama sen hoş yapan benim. çünkü sevdiğim adamları nedendir bilinmez ama gözümde silik olarak görürüm, sen ise çok çekicisin. heves bu ben kendimi iyi biliyorum. seni günün birinde seversem eğer sen de sıradanlaşacaksın.

beni gözünden sakıyan adam bana nikah masasında hayır dedi. evlenmek vaadi ile saçları küt kestirmek... beni o mesada terk ederken aklına gelmiş miydi? dün belime kadar olan saçları gördüğünde ne hissettin acaba? diplomana koyayım keşke hiç mezun olamasaydın, keşke hiç bu şehirden gitmeseydin veya keşke ben seni hiç tanımasaydım.. ben seni de diğerleri gibi üç beş gün eğlenir sonra gider diye düşündüm ama sen üç beş yıl kaldın, hiç gitmeyecekmiş gibi davrandın ama en büyük vurgunu da sen bana yaptın. toparlanamıyorum. olmuyor. duymak istediğin bu değil eminim. sen canım yanmasın diye aileni bile bırakıp geldin bana. tabi ben sonrasını düşünmüyorum, düşünmek istemiyorum, anımsamak ı ıh yok olamaz yinee kendimi kandıracağımı biliyorum. sen iyisi mi gitme. hiç gitmeyeceğin gibi gitme, sen hiç sevme,. zaten bilmiyorum bu saatten sonra kendimi nasıl kandıracağım, başkasını nasıl seveceğim. eskiden kıskançtım bilirsin. hayatının içine az sıçmamışım düşünüyorum da.. en azından seni kabul eden bir ailen oldu. peki ya beni? onlar hala kabul etmiyorlar. hala hayatıma burnumu sokuyorsunuz. fransa' ya gitmek veya gitmemek benim sorunum iken senin neden sorunun olmuş anlamış değilim. sen sonuçta evli barklı adamsın, karın ne der? beni her gördüğünde üzerime atlayacakmış gibi davranan eşin.. onun bakışlarına dayanmak çok zor biliyor musun? bilemezsin. hissedemezsin bile. bana yaptıklarını merak etmiyor mu? onu beni sevdiğin gibi sevebiliyor musun? her ağladığında kimi zaman ülkeler atlayıp gelip onu teselli ediyor musun? bana yaptıklarının ne kadarını ona yapıyorsun? sen de benim seni unutpmak istediğim gibi başka hayatlara ve alkol şişelerine sığınıyor musun? adıma açtığın hesapta yatan paraları, altınları falan hiç merak etmiyor musun? onları sattım. bundan 3 ay önce olmalı evet, sattım. karşılığında altığım paraları gecenin bir vakti sokağa çıkıp yerlere saçtım. sokak demek kabalık olur, seninle saatlerce yürüdüğümüz yollarda savurdum. acı çekiyor muyum? evet. keşke evlenmeseydin.. geri dönme. sen sakın gelme. benliğimi yitirdim seninle beraber. ha aile diyorduk.. onlar da senin beni bıraktığın gibi bıraktılar. ya şu fransa mevzusu baydı. hocalarla görüştüm bir destek bulunursa başka bir ülke.. senin beni bulamayacağın bir ülke. şehir içinde kaçmayı bırak ülkenin içinde köşe kapmaca oynuyoruz resmen. ha eşinle ilgili olan şeyleri duydum. ona söylediklerini de.. onu anlatmaz bana bir şey bilirsin, tanırsın onu çocukluk arkadaşın ama harbi haksızsın bu kez. bu kez seni savunmaya gücüm yok. içimdekiler yazmak ile bitmez. yerinde olsam benim geleceğimi beklemek yerine karımla çocuk yapardım. hatta yapmazdım o çocuğun psikolojisi bozulacak ve sen bana getireceksin ben bunu biliyorum. seni çok iyi tanıyorum. bunca yol aslında seni hiç tanımadığımın göstergesi oldu ya bana neyse. ha son bir şey; gördün mü bak paranın satın alamayacağı şeyler varmış... para aşk demek değilmiş. umarım görmüşsündür. umarım hasta olursun, umarım ölürsün diye basitleştirmicem konuyu. sana ait bir şey yok bende, acıdan başka...

ince uzun parmakların vardı. aynı anda sigara içip telefonu avucunda tutmana hayretle bakardım. diğerlerinden farklı bir şey vardı sende. çözemezdim ama çok severdim. belkide çözmek istemedim. sevdim ama bunu. yazarken bile gülümsedim. dünya haritasını önüme koyup hadi seç bir yer der ve o ülke ile ilgili bir şeyler anlatırdın. yakışıklı ve çekiciydin. tıp fakültesindeki kızlar sana hayran hayran baktıkça elimi daha çok sıkman için elini biraz aşağı çekerdim. hatta bir keresinde elimi öyle bir sıkmıştın ki bağırıp rezil olmuştum. çok güzeldi her şey. gelme tamam mı? sen hep eli avuçlarımda dudakları dudaklarımda olan adam ol.
güzel bi güne uygun her şey vardı ortamda. hafif rüzgarlı bi deniz kenarı, ufak masalar ve tabureler, masanın üzerinde 2 sıcak çay biri demli ve şekersiz diğeri tek şekerli, elimizden düşmeyen sigaralarımız ve martı sesleri… evet güzel bi güne uygun her şey vardı oturduğumuz yerde. bir biz uygun değildik o güzel güne yüzümden düşen bin parçalarla.

yüzümden düşen bin parçadan birinin yere değeceği süre kadar sessiz kaldıktan sonra kafamı kaldırdım hafif gülümsedim ve bitti dedim. bir şebnem ferah şarkısındaki gibi bi bitti değildi bu. zor olmadan kısa ve net şekilde. bitti ve ben gidiyorum. iki şebnem ferah şarkısı çalmaya başladı o an kafamda ikisi de aynı anda.

pazarları evden çıkmayı sevmezdim. ben genel olarak pazarları sevmezdim. günlerden pazardı ve güzel bi pazardı. bi pazara yakışmayacak kadar güzeldi gün. her şey uygundu. aslında pazar ayrılık için uygun bir gündü ama o gün pazara uygun değildi. pazar gibi değildi. güneş yüzümüzü aydınlatıyordu. birbirimize baka baka kararmıştık oysa ve ben gidiyordum kendi aydınlığıma.

çayımdan bi yudum alıp tekrar kafamı kaldırdım bu sefer o yüzünden düşen bin parçadan birinin yere değme süreci boyunca sessiz kalıp gitme demek istemiyorum dedi. gülümsedim. bizimki düzgün bi ayrılık değildi. o gün güzel bi gündü ayrılığa uygun olmayan ve bizim cümlelerimiz de ayrılığa uygun değildi. ben gidiyorum dediğimde gitme demeliydi ama o gitme demedi aslında gitmemi benden çok istedi. belki de benim gitmeme sebep olan oydu. ikilemlerimi çözdüğüm gün mutlu olacağım gündür.

çayından bi yudum alıp kafasını denize çevirdi. rüzgar saçlarını savuruyordu. geniş alnında saçları dağılıyor arada gözlerini kapatıyordu. bu kez uzunca bi süre sonra ikimiz aynı anda bozduk sessizliği. tekrar gülümsedim. gülümsemekten vazgeç dedi. ne yapacağımı bilmediğim zor zamanlarda gülümserdim o da bilirdi. bu kez ne yapmak istediğini biliyorsun git dedi. çayımı bitirdim. sigaramdan son bi nefes çektim ona doğru üfledim ve duman dağılmadan ordan kalkıp uzaklaştım. yüzümüzden düşen bin parçanın bir parçasının yere düşmesinden daha fazla süre boyunca orda oturdu.

ve gitti.
(bkz: uludağ sözlük gece yarısı hikayeleri)
sıkıcıyım.
+ kaç yaşındasın sen?
- 23 e giricem.
+ 23 yaşındasın ve yüzünde hüzün var öyle mi?
- olamaz mı? Bir gecede büyür çocuklar.
''yaparım'' dedi çocuk. ''e öyleyse yap o zaman''. '' fakat nasıl yapılacağını bilmiyorum...'' güldü ama gözlerindeki hüznü saklayamadı; özgürlüğün kazanıldığı değil, yaşanıldığı yerden gelen adam...
tükenmez kalem kokusu

kısım 1

öğle sıcağında gıcırdayan bir kapıyı seyrederken buldu kendini. oturduğu iskemle pek rahat olmasada halinden pek memlundu. koridor uzun ve sessiz görünüyordu ancak bu sessizlik yerini uzaktan yavaş yavaş yaklaşan ayak seslerine ve telsiz kargaşasına bırakıyordu. ne olmuştu ? yada nasıl olmuştu ? anlam kazandıramadığı bu iç ses saçmalığı kendini yükselen seslere ve acıya teslim etmişti. evet bu kesinlikle saf acı olmalydı.. kesinlikle yaşıyordu ve şuan buna çok pişmandı.

kısım 2

kişiliksiz bir aşık gibi eski sevgilileri taklit etmek, işemenin verdiği mutluluğu methiyelerle süslemek.. karlı bir cumartesi gecesi bir abajur ışığında tek başına oturmuş bunları düşünüyordun. koridor boyunca uzanan el dokuması o yolluk bilirdi hayatın ne denli dramatik olduğunu.

herşey bitmişti. herşey bir anda yerle bir olmuştu. tüm hastane geri sayımı tamamlamış bir bomba kadar acımasız ve soğuktu. el yordamıyla birilerine tutuna tutuna adımladığın o koridor şuan alışılmamış bir şekilde sessizliğe gömülmüş sana bakıyordu. boş sedyeler üzerlerinde birikmiş kan pıhtılarıyla o kadar hüzünlü duruyorlardı ki.. daha fazla dayanamadın bu manzaraya ve ağlamaya başladın.

olur öyle bazen.

bazen daha fazla acı çekmek için ağlar insan. ağladıkça acıları katmerleşir, katmerleşen acılar daha fazla göz yaşı olur. son damla gözyaşıyla beraber son kez araladığın oda kapısından yarım yamalak baktın ona..

karlı bir cumartesi gecesi üst geçitlere pineklemiş çorapcılar, mendilciler ve oyuncakçılar bilirdi hayatın ne denli dramatik olduğunu.
Hayat tercihlerden ibarettir derler. iki tercih hakkın vardır ve ikisinden birini seçmek zorundasındır; başka şansın yokmuş gibi! Ve imkansız olarak nitelendirilenin peşine düşülür çoğu zaman. Çünkü bazen gelmeyecek olanı beklemeyi seçer insan.
Genç adam votkasından bir yudum daha aldıktan sonra yaşadığı duygunun gerçek olmadığına inandırmaya çalıştı kendini. Hızla geçip giden ömrü, yaşlı bir adamın kırışmış cildindeydi sanki. Her gün karşılaştığı insanların dışlayıcı bakışlarını farkedince anlamıştı başkalaştığını. Her ne kadar onlarla iç içe olsa da yalnızlaşmaya başladı bir süre sonra. Ve yalnız atan bu kalbi, insanların arasına karıştıkça daha da uzaklaşmıştı onlardan. izlediği bir belgeselde, "Kuş sürüsü, tek bir kuş için dahi durur ve onu bekler." demişti. Ama o kuş değildi ki. Kendi yalnızlığında boğulup gideceğini zannetti bir an. insan olduğunun farkına bu noktada varmıştı işte. insan yalnız olamazdı. Hiç bir şeyin sonu gelmeyecekmiş gibi davranıyorlardı.
Bir eskici dükkanından aldığı bozuk saatine baktı, gülümsedi ve bir sigara yaktıktan sonra votkasını bir dikişte bitirdi. "Rûyâ ile âyân olup, mertebeye yaklaşmak bir adım daha." dedi içinden. "Hayaller ve gerçekler hep yarışır. Hayaller hep önden gider. Ama gerçekler her zaman kazanır." Bunun farkındaydı. Lakin daldı bir hayale daha. Acı bir keman sesi duydu beyninde. Karamsarlığından kaçarcasına uzaklaşmaya çalıştı. Düşünebildiği en güzel şey oydu. Onu düşündü. Nutku tutulurdu onu düşündüğünde. "Vapur iskeleden uzaklaşırken, kıyıya bakıp iç çekişlerini bilirim senin. Dışarıda binlerce hayat var. Ama sen. Ama sen gözlerini kapatıp her şeyin güzel olacağına inanıyorsun." dedi.
Kapattı gözlerini. 13 harfli o cümleyi söylemek ne kadar zordu oysa... "Her şeyin kader olduğuna inanacak kadar saf bir insanım ben." dedi. Kalabalığın arasına karıştı yine çaktırmadan.
gideceğim yeri bilmeden sokağa attım kendimi. bankadaki memnuniyetsiz memuriyet hâlime son vereli yaklaşık üç ay olmuştu. ufak çaplı yazar-çizerlik hâli de pek bir şey kazandırmamıştı şu sıralar. bir paket tütün çubuğu aldım mahallemizin bakkalından ve cebimdeki az-biraz paraya karşın hesaba yazdırdım. bana sorarsanız mahalle bakkalları, parasızlıktan daha anlayışlılardı pratikte. hem dünya üzerinde parasızlık kadar anlayışsızı da olamazdı. en azından ben böyle inanıyordum. hem sade bir inanç da denemez benimkine. çokça kereler adamakıllı ibadet de etmişimdir bu inancımın bir mükellefiyeti olarak.

tüm bu düşünsel karmaşanın zihnimdeki kuşatması eşliğinde yürümeye koyuldum. kendimi köhne ama bir o kadar da gösterişli, peronlarında yalnızlık kokularının, veda havalarıyla temas ettiği otobüs terminalinde buldum. belki de bir yolculuk hâli, bir seyahat öylesine büsbütün bir yolcu olabilmem için ihtiyacım olan tek şeydi.

"ankara, ankara, ankara, ankara" sanırım böylesi bir seyahat için fazla resmi olurdu ankara. daha kendi hâlinde bir yere ihtiyacım vardı oysa.

- nereye abi?
- bilmiyorum.
- en sevdiğimdir, biletin bende abicim.
- nereye?
- bilmiyorum.
- sevdim bunu.
- otobüs birazdan kalkacak. peron sekiz bey abicim; bu da biletin.

hah! işte hâlden anlayan bir adam size. ama otobüsün ön camında "3347" dışında(ki sanıyorum sefer sayısıydı) bir şey yazmaması ne yalan söyleyeyim daha ad heyecanlanmama ve işin aslı biraz da tedirgin olmama sebep olmuştu. on dört numaralı koltuğu bulmak zor olmamıştı ve otobüste kalan son boş yerin de burası olması benim adıma büyük şanstı. otobüs yolculuklarım arasında en sevmediklerimdi en öndeki dörtlü koltuktan birine oturup da otobüs şoförünün gereksiz gerginliğine yakından şahit olduklarım.

tam "ne yapıyorum ben" diye düşünmeye fırsatım olacaktı ki yanımdaki koltuğun sahibi geldi. koyu kumral, parlak ve uzunca saçları, yeşil ama yeşilin emsalsiz bir tonuna sahip gözleri, korkmuşçasına beyaz teni, yüzündeki tebessümün etkisiyle kabarmış yanakları... giderek yaklaşıyor ve sanki şafak söküyormuşçasına aydınlığını hissettiriyordu.

"on üç numara" dedi ve ben acilen kendimi toparlamalıydım görünen o ki "evet" diye karşılık verdim. oturdu hemen koridor tarafındaki koltuğa. normalde otobüs firmalarının, muazzam bir cinsel duyarlılık göstermesi ve "bayan yanı" bir koltuğu vermeleri gerekirdi diye düşünürken bir yandan da kendimi o otobüsteki en şanslı yolcu ilan ediyordum. o terminaldeki en şanslı yolcu, dünya üzerindeki en şanslı yolcu.

- sanırım ismimi eksik yazmışlar.
- anlamadım.
- bileti kardeşim almıştı ve ismimi eksik yazmışlar.
- anladım.
- o hâlde şaşkınlığınızın sebebi nedir?
- benim için ani bir yolculuk oldu, onun içindir.
- benim için sorun değil yoksa ki. siz rahatsız olmuyorsanız, şu abdesti kadın görünce bozulan garip inançlardan birisine sahip değilseniz yani.
- yo, değilim. bir inancım olduğunu dahi söyleyemem sanırım dini anlamda.
- he o zaman sizin için de çok sorun teşkil etmiyor bu durum.
- hayır, gene de rahatsız olursanız şayet...
- asıl bu durumda yapılacak ekstra en ufak bir şey rahatsız ederdi beni.

sustuk sonra. otobüs hareket etti ve önce perondan geri geri hareketlendi, sonra manevrasını tamamlayarak ileri doğru ivme kazanarak koyuldu yola. otobüs şoförlerine karşı gariptir ufak çaplı bir hayranlığım mevcuttur. o kocaman aracı evirip, çevirmek kolay iş değil açıkçası. sağ omzuma bir şeyin konduğunu hissettim o anda. uyuyordu ve başı, omzuma düşmüştü. uyandırmayı düşündüm, sonra vazgeçtim neden bilmiyorum. hayır, o kadar güzel uyuması zaten mümkün değildir ve nihayetinde bir otobüs koltuğunda ne kadar güzel uyunabilir ki? ama ne bileyim işte uyandırmak istemedim o anda, uyumaya hakkı olmalıydı bence.

muavin, benimle aynı fikirde olmasa gerek ki sağ omzuna dürterek uyandırdı. pislik herif!

- nerede ineceksiniz?
- merkez.
- siz bayım?
- merkez(nerenin merkeziyse artık bu).

sonra insanın, ilgi duyduğu şeyden bütün dikkatini kaçırma çabasından haberdar olduğum için camdan dışarıya, yolun sol tarafından, yolla beraber akıp giden denize odaklandım. biraz zaman geçtikten sonra sağ omzuma tekrar ama bu sefer ne olduğunu bildiğim şey kondu. vücudumun üst tarafını sağıma doğru yatırdım, omuzumu bir yastıkmışçasına şişkin tutarak devam ettim. kokusunu alabiliyordum, farklı bir şeydi bu. uyku arasında hafif soluna doğru döndü ama ben, bana döndüğünü düşünüyordum garip bir şekilde. olduğum yerde biraz aşağı doğru kaydım boynunu rahatlatabilmek için ama ömrümde hiç bu kadar uzun süreyle herhangi bir yerden aşağı doğru kaydığımı, böylesine sadece durduğum yerde eridiğimi hatırlamam. hele ki bir de sırf birisini uyandırmak endişesi ile böyle kepaze olmuşluğumun emsali yoktur. bir süre gözlerimi şaşı yaparak izledim uyuyuşunu ya da nöbet tuttum diyebiliriz her an uyanırsa diye. belki de en iyisi benim de uyumam ya da uyuyormuş gibi yapmamdı. hem belki uyandığında benim uyanık olduğumu görürse uyarmamamın kasıtlı olduğunu düşünebilirdi. aslında kasıtlıydı ama öyle düşünmesini istemiyordum işte. ya da öyle düşünmesini mi istiyordum ki. her ihtimale karşın gözlerimi kapattım, bu tarifsiz kokuyu her nefeste içime çekerken garip bir uyuşturucu tesirinde kalmışçasına sızmışım. hem önceki geceden de fena uykusuzdum. dergi için hazırlamam gereken "yolculuk" konulu yazıyı hazırlayabilmek için sabahı etmiştim ama elimde somut hiç bir şey yoktu. uyumuştum işte.

gözlerimi açtığımda gördüğümün serap mı yoksa bir gerçek mi olduğundan emin olmakta zorlanacak kadar şuurumu yitmiştim. ilk gördüğüm şey bir çift yeşil gözdü ama öyle herhangi bir çift yeşil göz gibi değil. zümrüt gibi belki, ya da eritilip de denize karıştırılmış bir zümrüt gibi. gülümsedi sonra elini boynumdan çekerken. otobüs koltuklarında fiziksel sağlığımız ve özellikle de belimiz için en tehlikeli şekle girmiştim, garip. kıçım, kendime ait olan on dört numaralı koltukta ve başım ise on üç numaralı koltuktaki o gerçekliğinden hala emin olamadığım, insana benzeyen ama insan olmadığına bildiğim bütün yeminleri bir çırpıda edebileceğim o kutsal varlığın kucağındaydı. gülümseyişini hiç bozmadı, soğutmadı ve gülümsemeye devam etti ben ne olduğunu anlamaya, biraz olsun kendime gelmeye çalışırken.

- günaydın bayım.
- ggg... günn... ççoook... bbbbeeen...
- her uyku sonrası böyle mi oluyor?
- ...(nefes alış verişler)
- peki, ne zaman hazır hissedersen palyaço, ben buradayım.
- bbbebbbeen özür dilerim.
- niçin?
- sizi rahatsız etmek istemezdim, önceki geceden uykusuzdum biraz...
- hayır, ödeşmiş olalım. ben de gözlerimi açtığımda çok farklı bir rahatsızlık değildi verdiğimi gördüğüm rahatsızlık.
- çok oldu mu siz uyanalı? tekrar tekrar özür diliyorum sizden.
- hayır, dilemeyiniz. hem hepimizin uyuması gerekir bir şekilde.
- maalesef...
- maalesef mi?
- evet, maalesef. hem benim, sizinkiler gibi gözlerim olsaydı sanıyorum hiç uyumazdım. dünya, böyle bir cezayı hak etmiş olamaz(kendime geliyordum ve savaşın ortasında uykudan uyanmıştım)!
- anlamıştım ucuz bir şair olduğunuzu fakat ben bu kadarını beklemiyordum sanıyorum. ne için gidiyorsunuz oraya?
- nereye?
- nasıl yani? gittiğiniz yeri bilmiyor musunuz?
- bunun normal ve açıklanabilir bir şey olmadığının farkındayım.
- eeee...
- sıkça yaptığım bir şey de değildir bu aslında.
- ?
- bilmiyorum.
- işte buna gülerim(bir an bütün otobüsün gözlerini, üzerimize diktiğini hissettiğimi hatırlıyorum).
- peki siz neden gidiyorsunuz?
- nereye?
- oraya işte(her nereyse gittiğimiz yer).
- çünkü orası, benim yaşantım. oradaki bir okulda ders veriyorum öğrencilerime, evim orada, yaşantım orada işte. peki nedir sizi bu bilinmez, sır yolculuğuna çıkmaya yönelten şey?
- aslında durum öyle göründüğü kadar da kötü değil. yani yolculuk üzerine bir şeyler yazmam gerekiyordu dergiye ve evde oturmak, bu konuda çok ilham vermediği gibi bir türlü o seyahat psikolojisini de yansıtamıyor, yok yere kağıt harcıyordum. doğasever tarafım daha fazla dayanamadı bu işkenceye ve kendimi gidilebilir bir yerlere götürmeye karar verdim.
- peki sonra?
- otobüs terminalindeki ayakçı adam, nereye gideceğimi sordu ve ben de bilmediğimi söyleyince senin dünyana göndermenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüş olacak ki şu anda buradayım. kader gibi bir şey oldu yani benim adıma. ne bileyim ya da ona benzeyen ama onunla alakası olmayan bir şey.
- boşveriniz sayın yazar, boşveriniz.

otobüs, küçükten biraz büyük bir terminale demirlemişti. tarihin bir öğlen vakti ve kolumda asılı duran zaman sayacı beni yanıltmıyorsa da saat denilen tam ikiydi o sırada. o, ani denilebilecek bir şekilde hareketlendi, burası olmalıydı. "hadi" dedi yüzüme bakarak "dünyama hoşgeldiniz sayın yazar". burası neresiydi? yol hesabını ve geldiğimiz istikameti uykum arasında hatırladığım kadarıyla marmara denizi'nin güneyinde bir coğrafyadaydık. belki bursa'nın, küçük bir ilçesiydi; emin değilim. "hadi ama" diye yineledi. kaplı defterimi aldım ve kalktım bir çuval gibi yığılıp da saatlerce kaldığım o otobüs koltuğundan. otobüsten indiğimde etrafıma bakındım ama nafileydi, nerede olduğumu anlamama yarayacak hiç bir detay bulamadım. hayır, otobüs terminali'nin üzerinde bile nereye ait olduğu yazmayan garip ve muhtemelen gelişmesi birkaç belediye seçimi daha bulacak bir ilçeydi burası. "hadi" dedi üçüncü kez, bagajların olduğu bölüme doğru adımlarken. küçük bir el valizini de alıp "beni takip etmelisin, tehlikelidir buralar" diye uyarmaktan da geri kalmadı elimi tutarken. şaşırmaktan biraz fazlasını hissettiğime yemin edebilirim. ömrümde ilk defa bu kadar uzun bir monolog kurmasına izin veriyordum karşımdaki insanın. "nasıl beğendin mi" diye sormasaydı, devam edebilirdim buna.

- evet, özellikle de böylesi güzel yeşillikleri bünyesinde barındırırken...(sağ elimin işaret parmağını terminali çevreleyen ağaçlarda yarım tur sağdan-sola gezdirip onu, gözlerini işaret etmiştim)
+ anlıyorum, daha da ucuzlaşmak gayretinde edebiyatınız. yeterince ucuz edebiyat yaptıysanız, kahvaltı yapmak için güzel bir yer biliyorum. eşlik etmek ister misiniz?
- (kahvaltı yapmak için mi? ama ben kahvaltı yapmam ki) isterim.
+ o hâlde takip ediniz beni.
- erkekleri kullanmayı bilmiyorsunuz. yazık kullanım kılavuzumu yanımda taşımadığım için üzgünüm.
+ anladığımı sanmıyorum.
- ben de anladığını sanmıyorum. dilersen şu el valizini, senin için taşıyabilirim.
+ he o mu? hayır. ve rica ederim bir kere daha böyle bir teklif sunmayın bana. hem ben bu valizi ve daha okkalı valizlerimi uzun zamandır kendim taşıyorum.

sustuk sonra ve yürümeye koyulduk. biraz yürüdükten sonra ilçe merkezi olduğunu düşündüğüm bir yerleşkedeydik. mavi boyalı çok katlı bir bina vardı "belediye" olduğu, her halinden belli olan bu binanın üzerinde de nerenin belediyesi olduğunu anlamamızı sağlayacak bir ipucu yoktu, artık önemi de yoktu zaten. onun dünyasıydı işte, adı da böyle kalsın varsın.

- burası da ilçemizin istiklâl caddesi'dir.(dar ve kısaca bir cadde, sağda-solda yemek yenilebilecek mekânlar ve önlerinde de masa-sandalyeler mevcuttu. araç trafiğine kapalıydı ki zaten istese de normal ebatlarda bir araç oradan geçemezdi bana kalırsa.)
+ evet, bir ilçe için çok bile.
- katılıyorum. aaa şurada yiyebiliriz bişeyler. burasını ev hanımları çekip çeviriyor ve kazandıkları para ile de yardıma ihtiyacı olan kadınlara destek oluyorlar.
+ olur tabi ki.

kahvaltılıklarımızı sipariş edip de boş bir masaya oturunca, uzun saatler sigara içmediğimi anımsadım ve fırsattan istifade sigaramı yaktım.

- önce kahvaltını etseydin ucuz şair. hem senden sigara istersem sakın verme bana, bırakana kadar neler çektim. tekrar başlamak istemiyorum.
+ peki, bu şekilde iradeni gölgelemek isteyeceğimi sanmıyorum zaten.

kahvaltımızı ettik, garip kendimi yorgun hissetmiyordum. bilakis her zamankinden daha dinç olduğuma bilindik bütün yeminleri edebilirim. kuran'a, incil'e, tevrat'a ve türlü edebiyat kitaplarına el basabilirim ki ömrüm boyunca hiç olmadığım kadar dinç hissediyordum.

(bkz: to be continued)
Anlatırım ama dinler misiniz bilmem. Zamanında yazdığım karmaşık bir hikayedir.

Kara Ütopya

"Özgür bırak ya da öldür! Özgür bırak ya da öldür!" şeklinde bağırmıştım. Sonra güldüler.

Neden yaşadığımı bilemediğim, yaşamak için bir anlam aradığım günlerden birine uyandım. Gözlerimi "Uyan Örnek-367! Uyan Örnek 367!" sesleriyle açtım. içimden lanet okudum ve doğruldum. Odamın tavanında bulunan yapay-teknolojik güneşe baktım. Her zamanki samimiyetsizliği ile duruyordu. Bugün de savaşmalıyım özgürlüğüm için diye kendimi motive etme çabaları içinde elma almaya gittim. Elimi uzattığımda "Tekno-elma kullanacaksınız bakiyenizden 30 C eksilecek. Emin misiniz?" sorusu ile karşılaştım. Alışmıştım artık bunlara, çocukluğumun hatırlamadığım dönemlerinden beri buradaydım. Özgürlük diye adlandırılan şey için - her ne kadar yabancı kalsa da- savaşmalıydım. Elbet harcadığım zamanın bir gün her hangi bir şeye değeceğine biliyordum. Umuttu yaşatan insanı burada. Umut tükenmemeliydi. 'Örnek'lerin bulunduğu kısma gelmiştim. 3 dakika geç kaldığım için de ceza kesmeyi unutmamışlardı. Yürüyüş yapacağım kulvara geçtim ve başladım yürümeye. "Ne kadar yürürsen o kadar C kazanırsın!", "1 Milyon C kazan özgür ol!" şeklindeki duymaktan bıktığım klasik açılış cümlelerinden sonra çevremdekileri gözledim. Yanımda pek kibirli, asi, geçimsiz bir adam duruyordu. Bizim bıraktığımız atıkları toplayan ve özgürlüğünü hiçbir zaman kazanamayacak olan temizlikle görevli baştan aşağı sarı renkli giyinmiş mahkumun birine şeytani bir bakış attı: "Ne kadar hoş bir kıyafet. Çaresizliği ve ezikliği yansıtıyor. Yani sana çok uygun." dedi ve pis kahkahasını patlatarak sanki benden ona katılmamı istiyormuşçasına bana baktı. Fakat ben pek aldırış etmedim. Önümdeki yürüyüş simülatörüne ve yürüyen AVATAR'ıma baktım. Hissiz bir pikselden ibaretti sadece. 'Efendiler'in bir 'örnek'ler için hazırladığı küçük bir uğraştı. 'Örnek'lerin sosyalleşebileceği bir dünyaydı. Küçük bir miktar C karşılığında müzik dinlemek için süre satın aldım ve açtım şarkıyı "I have a dream.." Hayaller alemiyle olan randevum yanımdaki örneğin benimle konuşmasıyla son buldu: "Bak ÖrnekMağaza'ya yeni şapkalar gelmiş. AVATAR'ıma aldım. Sence nasıl?" Ağzımdan sadece "iyi." çıkabildi. Gerçekten anlamıyordum buradaki 'örnek'leri. Diyemiyordum "AVATAR'ına şapka, tişört alsan ne olur. Senin dünyan piksellerden ibaret değil. Yaşadığımız hayat değil, eziyetin başkalaşmış hali." Her gece yayınlanan "Gece Savaşları"nda sisteme karşı çıkmaya kalkışanların birbirini öldürmesini izliyordum. Yaşadığımız bu korku 'simülatör'ünde isyan edebilecek durumda değildik hiçbirimiz, eğiyorduk boynumuzu yürüyorduk sadece. Öğle molasına yaklaşırken yaşadığım -iki oda bir lobi- dünyadan kurtulup özgür olabilmeyi 'efendi' olabilmeyi hayal ediyordum. Güzel günler gelecek miydi acaba? Ya da kandırıyordum kendimi. Emin değilim.

Öğle molasına bir dakika kala: "Örnek 60 saniye içinde molanız başlayacaktır! Ye, dinlen!" uyarısı ile karşılaştım. Yorulmuştum haylice ama değecekti buna. O gün gelecekti. 'Efendi' olacaktım. Mola başladığında lobiye doğru hareket ettim. Boş bir masa arıyordum. Pek konuşmayı seven biri olmadığım için diğer örneklerle iletişimim pek iyi de değildi. Her hangi bir masaya oturdum ve protein karışımı - elma şeklindeki menümü bitirmeye koyuldum.
Kendimi yürüyebilir hissettikten sonra doğruldum ve mola bitmeden yürüyüş eziyetine geri döndüm. AVATAR meraklısı saf arkadaşım hedefine duyduğu inançtan ve azimli olmasından dolayı 3-4 güne geçiş biletini alacaktı. Onun adına çok sevinçliydim. Mola süresi tamamen sona erdiğinde geri kalan 'Örnek'ler yerlerini almaya başlamışlardı. Solumdaki kibirli örnek her zamanki kendini beğenmişliğiyle: "Bakıyorum da hepimize 'örnek' olmaya çalışıyorsun 'örnek'. Dikkat et de kendini Gece Savaşlarında bulma!" dedi. Ne demişti bu şimdi açıkçası pek kayrayabilmiş değildim. Cevap verme nezaketin de bile bulunmamıştım. Her zamanki kibirli örnekti. Boş konuşur susar diye düşünmüştüm. Öyle de oldu, sustu.
Yorucu ve bir o kadar sıkıcı günün sonunda oda demenin bin şahit istediği teknolojik kafesime geri döndüm. Tekno-Duvarımdan gecenin programlarına bakıyordum fakat aşırı yorgundum. Program açıkken gözlerimi kapattığımda uyarı sistemi devreye giriyordu. "izle!", "izlemeye devam et!" Programı izlemeyi reddettiğimi belirttim. "Emin misiniz? Oda algılayıcısı dışına çıkıyorsunuz 1.000 C ceza yiyeceksiniz. Emin misiniz?" Küfür ettim, kabul ettim, uyudum.

Gözlerimi açtım. Yine kafesimdeydim. Bunların hepsinin bir kabus olmasını diledim çoğu kez. Hangi psikopat lider insanlarının çalışması, -öyle bir şey varsa- ülkesine yararlı olabilmesi için böyle bir sistem geliştirir diye düşünüyordum. Her tarafta tonlarca kamera, robot mu, örnek mi, efendi mi bilemediğimiz askerler her gün gözümüzü korkutmak için türlü türlü baskılar düzenliyorlar. Arkadaşlarımız ölüyor. Bir yığın hayal boşa gidiyor. insanların ölmesini eğlence haline getiriliyor. Kan emici, kibirli 'efendi' kesimi tatmin olsun diye her Gece Savaşlarında binlerce örnek öldürülüyor.
Gökyüzü bozuntusu tekno-tavanıma bakıyordum. "Para her şeydir." "Tüket." "itaat et." "Karşı gelme." Kurallar Kitabındaki her cümle beynime kazınmış gibiydi. Hiç okumadığım görmediğim kitabın her şeyini bilmem biraz tuhaftı. Zorla izlettirdikleri programlarda "Para sizin Tanrınızdır." "Yeni Dünya Düzeni'ne itaat edin." "Aydınlanmak için çalışın, tüketin." şeklindeki emirlerden söz ediyorlardı. Para? Tanrı? Yeni Dünya Düzeni? Aydınlanmış olmak?

Kahvaltı vaktini düşüncelerime ayırdığımdan dolayı pek bir şey yiyemeden geçtim bölümüme, şöyle bir göz attım herkes, her şey yerli yerindeydi. Kibirli örnek elinde muzla koşuyordu, arkasından temizlik görevlisi geçerken kabuğunu üzerine atarak: "Bak bu sana daha yakıştı sanki. Hem üstündeki ile uyumlu." dedi ve o iğrenç, sinir bozan, içimdeki ona olan öfkemi kat kat artıran gülüşünü patlattı. Temizlikçi mahkum dayanamayarak: "Bana böyle davrandığınız yeter!" diye sitem etti. Bunun üzerine kibirli örnek, temizlikçinin üzerine yürüdü. Dayanamıyordum artık, makinamı durdurduğum gibi sert bir yumruk attım kibirliye. Hakediyordu. O kadın işini yapıyordu sadece. Birden bulunduğumuz lobiyi kırmızı bir ışık sarmıştı. Askerler doldu lobiye aniden. Kibirli: "Şikayetçiyim. Alın götürün, öldürün!" "Seni öldüreceğim!" diye bağırıyordu. Askerler apar topar beni alarak sorgu odasına çektiler. Olayı anlattıktan sonra: "Sana uyarı veriyoruz. Yüce Kurallar Kitabında belirtildiği gibi bir uyarı daha alırsan idamın gerçekleştirilecek. Şimdi odana geri dön."


Yatağa uzandığımda ekranıma gelen Gece Savaşları reklamını elimin tersi ile ittim. Biliyordum yaptığımın yanlış olduğunu, bir sorun çıksa başım derde girebilirdi. Önemsemedim. Uyumalıydım. Aklıma türlü türlü sorular geliyordu. Sadece ben mi böyle düşünüyordum acaba? Her insanın doğduğundan itibaren özgür olmasını, Efendi-Örnek ilişkisinin ortadan kalkmasını. Bilemiyordum. Aklıma kurallar geliyordu. "Her insan özgürlüğünü kendi kazanmalı.", "Her insan hizmet etmeli." Düşünceler denizinde boğuluyordum. Bir an için her şeyin sona ermesini istedim. Kapattım gözlerimi. Sonrası büyük bir boşluk..

Uyandırıldım. Saat sabahın bilmem kaçı gözlerimi zar zor açıyordum, Efendi-Asker'ler ite kaka odamdan çıkartıyorlar beni fakat hala uykunun o tatlı etkisinden arınamamıştım. Kendime geldiğimde tüm yürüyüşçü örnekleri lobiye toplamışlardı. Efendi-Askerlerin hemen yanında AVATAR'ına önem veren kulvar arkadaşım baygın şekilde yatıyordu. Baş Asker söze şu şekilde başladı: "Bu saatte neden burada olduğunuzu merak ediyorsunuzdur veya zaten sebebini biliyorsunuzdur. Yanımda yatan Örnek-366, bu gece saatlerinde C yetersizliğinden hayatını sonlandırdı. Suçunu itiraf eden af kapsamına girerek temizlikçi-mahkum olabilir. Aksi takdirde ölüm cezasına çarptırılacaksınız." diye ekledi. Kimse konuşmadı. Kibirli hariç: Gece Savaşlarını izlemeyen var mı diye bakalım. Onu izlemek zorunlu, izlemeyen odasında yoktur zaten." diyerek şeytani bir fikir sunmuştu. Sözünü bitirdikten sonra bana attığı bakış her şeyi anlatıyordu. C hırsızı oydu. Ve ben birazdan suçlu olacaktım.

Yapılan kontroller sonucu görünen suçlunun ben olduğum kanaatine varıldı. Baş Asker: "Örnek-367 sessiz kalma hakkına sahipsin. Seni Efendiler Tek Dünya Devleti adına tutukluyorum idama mahkum ediyorum!" Beynimde yankılanıyordu. idam, mahkum, suçlu, hain. Sessiz kalabildim. Daha doğrusu başka bir şey yapamadım, yapamazdım. Hücreme kapatıldıktan sonra geceyi takip eden saatlerde düşündüm. Hayal kırıklıklarımı, ölen saf arkadaşımı, kibirlinin gülüşünü... Gözlerim düşüncelerin yoğunluğundan zar zor kapanıyordu. Kendimi boşluğa bırakamıyordum. Ne olacaktı bana? Ne yapacaklardı? Peki ya gelecek? Benim için var mıydı? Peki ya umut? Neyse.

Baygındım. Bilmediğim bir yere bırakılmıştım. Yerin soğukluğunu hissediyordum. Çok gürültülü idi. Sesler beynimi deşiyordu. Göz kapaklarım kurşun gibiydi, açamıyordum. Belli bir süre sonra kendime geldiğimde kendimi büyük bir salonun ortasında buldum. Binlerce kişinin izlediği bir gösterinin başrolündeydim adeta. Kocaman bir koltuğun arkası bana dönüktü. Koltuk yavaşça döndüğümde gözlerime inanamadım. Kibirli tam karşımdaydı! Bir örneğin nasıl orada olabileceğini düşünüyordum ki konuşmaya başladı: “Beni hatırladın mı Örnek-367?” dedi midemi bulandıran kahkahasını patlatarak ve devam etti: “Gerçekten seninle oynamak büyük bir zevkti benim için, kendini farklı görmeye başlamıştın değil mi? Gerçekten o küçük beyninle bunu düşünmüştün biliyorum. Aslında şöyle demek daha doğru olur, ben her şeyi biliyorum. Özgür iradenin olduğunu mu zannediyordun? Ben Efendiyim, dünyaya hükmeden, evrenin sahibi, para benim, tanrı benim. Ben Dünya Devletinin kurucusuyum! Ama açıkçası söyleyebilirim ki çok eğlendirdin. Benim için farklı bir tecrübe oldu.” dedi. Şaşkınlıktan konuşamıyordum. O konuşmaya devam etti: “Artık fazla uzatmayalım.” dedi ve önündeki platformdan küçük bir düğme çıktı. “Bunu görüyor musun?” dedi. “işte sen busun! Bu küçük düğmesin ve seni kapatmanın zamanı gel...” Sözünü kestim bağırdım.
“Bir gün bunun sonu gelecek ve özgürlüğü arzulayan tüm kalpler beni hatırlayacak! Özgür bırak ya da öldür! Özgür bırak ya da öldür!” izleyiciler de bağırmaya başladı: “Özgür bırak ya da öldür! Özgür bırak ya da öldür!” Düğmeye basmıştı. Ensemde müthiş bir acı hissediyordum. Kibirli: “Sana mükemmel bir örnek olacağını söylemiştim Örnek hatırlıyorsun değil mi?” dedi. Ben gücümün son parçasıyla halk ile bağırdım: “Özgür bırak ya da öldür! Özgür bı....” Hiçbir şey hissetmiyordum. Her şey sona ermişti. Bağırmıştım, onlar güldüler. Kahkahalarının şiddeti ile boşluğa, sonsuzluğa gittim. Ben bağırmıştım onlar güldüler. Tekrar ve tekrar.

-SON-
Kapının önünde durduğunda biraz yorgun hissediyordu, kapı açıldı ve evin içinde birikmiş olan rutubet, küf ve ağır yalnızlık kokusunun karıştığı hava molekülleri kapının, dar boğazına doğru hücum etti. Genzine dolan yalnızlığı tükürdü içeri girmeden önce. ayakkabılarını çıkartma gereği duymamıştı, yalnız gelmişti. Çok uzun zamandır gelirdi buraya yazları, uzun zamandır da tek başına gelirdi. O kazadan sonra bir ayin hâlini almıştı buraya gelmek. Eşini, iki oğlunu ve köpekleri Mellony'i öldüren şu piç kurusu kaza... Beş sene öncesine dönebilmeyi, bu yalnızlık kokusunu bu ahşap evden sonsuza dek silebilmeyi ve sehpanın üzerinde bir önceki seneden kalmış, küflenmiş yarısı dolu viski şişesini sevinç ile atıp kırmayı çok isterdi, olmazdı ama gene de isterdi bunu yapmayı.

isteklerimizin ne kadar amaçsız olduğu geldi sonra aklına, şişeyi aldı eline ve şişe kırıklarının bir yığın oluşturduğu duvar dibine olağan gücüyle fırlattı. Gök gürültüsüne benzer bir sesi, şimşek çakıyormuş gibi bir ışık saçkısı izledi ve yağmur birden bastırmıştı her defasında olduğu gibi. Gidip buz dolabının fişini taktı, elindeki bira kasası için yeterince yer vardı, başka şeyler için de yer vardı. Aslında dolapta gereksiz yere çok fazla yer vardı. Koca dolapta sadece iki tane çikolata duruyordu, geçen yıl geldiğinde aldığı çikolatalar, iki tane de bu yıl almıştı ve alışkanlığıydı son beş yılda eskileri çıkartıp tezgahın üzerineki diğer altısının yanına fırlattı ve yeni çift kavuştu dolaba. Oturdu ve sesinin en yüksek çıktığı, bu ahşap yapıyı titrettiği o öfke anlarını düşündü, ne kadar da saçmaydı, tanrım... Hayatında ne kadar çok şey vardı saçma olan, düşündü. Ne kadar saçma bir kazaydı, piç kurusu kaza. Yolda çalışma yaparken herhangi bir uyarı gereği duymayan kurum, ciddi bir tazminat ödemeye mahkum edilmişti sonra bir yolunu bulup itiraz ederek bozdurmuşlardı bu kararı ve sonra bir şey de çıkmamıştı. Tazminat ödemeleri de çok saçmaydı. Düşündü... Ödememeleri daha saçmaydı. Emin olamadı, diğer elindeki viski şişesini dikti kafasına, sehpanın üzerine bıraktı, bir sigara yaktı, sehpanın kenarına bıraktı sonra, sonra geri aldı, "külünü düşürme" diyen ses yankılandı kulaklarında, aniden dönüp kapıya baktı, kapalıydı.

Derin bir nefes aldı...

Ağır rutubet ve ağır yalnızlık kokuyordu burası. Gözleri yanıp da yaşarıyordu...

Koskoca adam, bir başına oturmuş ağlıyor, dişlerini sıkıp küfürler ediyordu.
Az önce koluma sivrisinek kondu refleks olarak direk kovmam gerekiren durum izledim, karnını doyursun zavallı belki bir kaç gündür yemek bulamıyordu falan diye, sonra muhabbette başladık nasılsın öldürmediğin için sağol falan, baya kanka olduk sinekle artık beni diğer sineklerden koruyor bende ona hergün kan bağışlıyorum. Ve saçma olduğunu bildiğiniz halde de okumaya devam ediyorsunuz manyak mısınız siz?
(bkz: swh)
güncel Önemli Başlıklar