bugün

Kimdir bana gülümseyen yeşillik balkonundan
Demek gecelerden sonra nihayet gün doğuyor.
Bir gülüşündü gençliği döndürdü yolundan;
Yanan şu alnım elinin gölgesiyle soğuyor.

Güzelsin ya, ne olursan ol, girdin hikayeme;
Çok değil evi barkı unutup sana uyduğum,
Ancak sen tazelikte gül yaraşır pencereme;
Uykusuz gecelerimde kokusunu duyduğum.

Eğil bak suya, ordadır güzelliğin, gençliğin.
Sen gel beni dinle, günlerimiz heba olmasın
Yorgun başımı göğsünde emniyette bileyim;
Artık taslarımız ayrı çeşmelerden dolmasın *
Yeşil pencerenden bir gül at bana
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana.
Tozlu yollardan geçtiğim uzak
iklimden şarkılar getirdim sana.

Şeffaf damlalarla titreyen ağır
Goncanın altında bükülmüş her sak;
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin yasemin, karanfil, zambak...

Bir kuş sesi gelir dudaklarından
Gözlerin gönlümde açar nergisler,
Düşen bin öpüştür yanaklarından
Mor akasyalarla ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıklarla dolacak kalbimin içi..
Geçiyorum mevsim gibi kapından,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ. *
bir pablo neruda şiiri..

Tenimden daha çok benimsin. Aradığımda seni
içimde, damarlarım boyunca, kanımda, gizemli
dolaşımıyla ışığın dalları gibi bulurum seni,
sanki kan gibi bulurum seni,
sanki taş gibi ya da ağzımdaki lokma gibi.
Usun, çılgınlığın ve giysilerin dışında dururum geç vakit.
Karanlık ve ormanlardan eski bir ırka mensubum,
fakat bir kuyuya eğildiğimde ve girdiğimde
kendi bölgeme, yolda kör bir adam gibi
duyumsarım kendimi, çitler bulamam adımlarıma,
fakat gülünün büyüyüşünü bulurum meskenimde,
derinimde büyüyüp durursun, sınırsızca
kökeninde, parmak uçlarımı yakmadan
dokunamam gözlerinin taçyapraklarına,
endamının alevleri alazlanır susuzluğumda,
yokluğunu oluşturur yüzünün yaprakları.
Sorarım ;Kim o? Kim o? diye, sanki geceleyin
geç saat birileri çalar gibi
kapımı, fakat yokluğun ortasında
yalnızca hava vardır,
su, ağaçlar, sönmüş gündelik ateş vardır,
sanki bir şey yoktur fakat gene de her şey vardır,
hiçbir şey yoktur fakat bütün dünya tıklatır kapımı.
işte böyle, adsız, hayat gibi belli belirsiz,
filizlenen bulanık çamur ve bitkiler gibi
uyanırsın bağrımda kapattığımda gözlerimi.
Uzandığımda toprağa var olmaya gelirsin
akan toz gibi, içimdeki varlığından büyüyen
çıplak köklerin dolaşıklığını korur
yatağında derinleşen ırmak,
bana eşlik ettiğin gibi eşlik eder karanlıklarına,
işte, burada, kan ya da buğday, toprak ya da ateş,
yaşarız yapraklarını açıklayamayan basit bir bitki gibi.
(bkz: serenat)
celal sılay'a aittir.

yarın sabah erken uyan
Ben yıldızıma söyledim
Işıklar serpecek üzerine
Nur içinde uyanacaksın

Ben ağaçlarıma söyledim
Yarın sabah erken uyan
Dağıt saçlarını silkin
Dallar titreyecek, şaşacaksın.

Yarın sabah erken uyan
Ben göklerime söyledim
Uzat ellerini fecre doğru
Şafak sökecek, bakacaksın.

Ben yerlerime söyledim
Yarın sabah erken uyan
Gözünün değdiği her yerde
Çiçekler açacak, göreceksin
zülfü livaneli'nin roman türündeki yeni kitabının ismi. doğan kitap etiketi ile yakında kitapçılarda olacak.
şuan okuduğum doğan kitaptan çıkan ve başladığım andan beri merakla nereye varacağını beklediğim akıcı yoğun günlere şifa ve dinlendirici kitap...
şu an okuduğum zülfü livaneli romanı . bitirince detaylı bir şekilde bütün hatlarıyla sözlüğe yansıtacağım.
Bugün almış bulunduğum güzel bir kapağa sahip olan Zülfü Livaneli kitabı.
Okuması keyifli olacağa benziyor, elimdeki kitap biter bitmez başlayacağım; bunun için sabırsızlanıyorum.
sözlükte ilk bitiren benim sanırım. 60 yıl süren bir aşkı anlatan roman tabi sadece bu kadar değil. serenad kitabından hem kendi geçmişiniz hem de türkiye'nin geçmişiyle ilgili yaşanmış çok bilgiye sahip olacağınızı ve şaşıracağınızı garanti ederim. yakın geçmişte yaşanan ve bilinmeyen birsürü gerçeklerle karşı karşıya kalıyorsunuz , mavi alay, struma, einstein'ın atatürk'e mektubu ve 40 alman profesörün eğitimimize katkısı gibi... kitabı zerre sıkılmadan okurken bi yandan da internete girip sürekli araştırma içinde buldum kendimi. bazen hayrete düştüm bazen de üzüldüm. nitekim sürükleyen ve zekice iç içe geçen hikayelerden oluşan biraz aşk biraz tarih barındıran bir roman olmuş. bana kattıkları için burdan teşekkür ederim zülfü livaneliye.
zülfü livanelinin en son kitabının adıdır. hani elinizden düşüremeyeceksiniz derler ya işte o bu kitap için söylenebilir.
livaneli nin kalemini konuşturduğu bir kitap daha. serenad hem iyi bir kurgu hemde kurgu içerisine saklanmış çok fazla bilgiyi içinde barındıran bir kitap. 3 kadın, bir gemi, bir profesör ve tarifsiz onca acı. kitaptan altını çizdiğim kısımlar ise şöyle ;

- " vıcık vıcık yüzeysellik yayan şu "kişisel gelişim" kitaplarının bağırıp durduğu "istersen yaparsın !" sözü tam bir kandırmacaydı. insan ancak yapabileceğini isterdi. " istemek " kavramı " dilemek " ten ve " hayallere dalmak " tan farklı bir şeydi. bedelini göze almakla, gereğini yapmakla ilgili bir şeydi. "

- " uyumadan önce bir film bulmak için sinema kanallarını tarayacaktım, karşıma genellikle son yıllarda moda olan festival filmlerinden biri çıkacaktı, bir adam eve gelip " merhaba " diyecekti, kadın dört dakika sonra " hoşgeldin " diye cevap verecekti, böylece bir kez daha , kalabalıktan nefes alınmayan bu ülkedeki yalnızlık ve iletişimsizlik mesajlarını almış olacaktım. "

- " be şekilde yürüyebilmeleri için ne kadar çalışmış olmaları gerektiğini düşündüm. dünyanın en kalabalık üçüncü ordusunun müthiş disiplini böyle yapıyordu insanları işte. sadece profesyonel askerlere değil, vatani görevi için silah altına alınanlara da , düşünmekten daha önemlisinin itaat etmek olduğu öğretiliyordu. adımları kadar sözleri, selamlaşmaları, düşünceleri debirbiriyle aynı olan insanlar yetiştirmekti amaç. bu durumda, insanların özellikleri birbiriyle aynı olacağı için, herkese ancak omuzlarındaki ve kollarındaki işaretler kadar değer veriliyordu. bu makineye bir taraftan insan giriyor, öteki taraftan asker çıkıyordu. "

- " acaba yoksullar zenginlerden daha mı çok hastalanıyorlardı, yoksa nüfusları daha çok olduğu için mi hastaneleri dolduruyorlardı ? "

- " mine gibi bir yüzü, hakiki sarı saçları vardı. bütün rumelililer gibi vücuduna göre başı biraz küçüktü. bu da avrupalılar gibi boyunu daha uzun gözteriyordu. wagner' in de oranları böyleydi. anadoluda ise insanların çoğunun başı büyüktür. bu yüzden olduklarından kısa görünürler. "

- " osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli, çok dilli bir toplumdan hepsi birbirine benzeyen türk ulusu yaratma çabası, böyle zorlamaları da beraberinde getiriyordu işte. devlet bu yüzden türk kimliği üzerinde bu kadar hassastı. çünkü yine ağabeyimin deyimiyle, biz diğer mevcut uluslar gibi kendimize bir devlet yaratmamıştık. yani tam olarak bir ulus- devlet değildi kurulan, devlet kendine bir ulus yaratmıştı. yeni kurulan cumhuriyetimiz için daha çok, devlet- ulus denebilirdi. bu yüzden de, devleti eleştirmek ulusa darbe vurmak anlamına geliyor ve bağışlanmıyordu. "

- " türk erkekleri önce annlerinden babalarından dayak yiyerek yetişiyor, çocuk yaşta cinsel organlarının ucunun usturayla kesilmesiyle cinsel bir tramvaya uğruyor, sonra okulda, askerde, maçta dayak yiyip duruyorlardı. bu da özgüven diye bir şey bırakmıyordu onlarda. çoğu, saldırganlığı, kendinden güçsüz olanı ezmeyi seçiyordu. ahmet ise saldırgan olamayacak kadar korkaktı. "

- " okulda ibni haldun' un bir sözünü öğretmişlerdi, yıllarca unutamamıştım. " coğrafya kaderdir. " işte bu üç kadının kaderi de doğdukları coğrafya ve zamana göre çizilmişti.

- " bir ara türkiye de niye bu kadar ereğli var diye sormuştum kendime. konya ereğli' si, marmara ereğli' si, karadeniz eeğli' si ! sonra araya araya bunların eski " iraklion " lar olduğunu anladım. aynen bolu gibi. bolu, inebolu, tirebolu, safranbolu kasabalrı, aslında " poli " yani rumca " şehir " kelimesinden geliyordu.

- " yaşlılıkta, çoğu durumda, beden ve zihin aynı zamanda çökmüyordu. genellikle bunlardan biri daha genç kalıyordu. hangisinin önce çökmesi daha iyidir gibi gibi trajik bir sorunun cevabını bugün tam olarak öğrenmiştim: önce zihin çökerse insan daha mutlu ölürdü.

- mardinli ilyas- ı habır adlı ömründe hiç güngörmemiş bir vatandaştır, çalışmak için gittiği roma da bir mezarlıkta ki yaşlar dikkatini çekince bekçiyle arasında böyle bir dialog yaşanmış:

" burası özel bir mezarlıktır. " demiş bekçi. " buraya gömülen insanlar mezar taşlarının üstüne gerçek yaşlarını değil, hayatta mutlu oldukları günleri yazarlar. kimi 21 gün mutlu olmuş, kimi 37 gün. 52' yi geçen çıkmadı daha. "
bekçiye teşekkür edip ayrılmışlar. ilyas-ı habır bir süre sonra mardin' e dönmüş. uzun bir ömür sürmüş, sonra bir gün hastalanmış. ölüm döşeğinde oğullarını başına toplamış ve demiş ki :

" size bir vasiyetim var. mezar taşıma aynen şöyle yazacaksınız. : " ilyas-ı habır bitti. anasından doğru kabre gitti. "

- " her insan kendi hayatının başrolünde oynuyor. "

- " adil olanın peşinden gidilmesi doğrudur, en güçlünün peşinden gidilmesi ise kaçınılmazdır. gücü olmayan adalet acizdir ; adaleti olmayan güç ise zalim. gücü olmayan adalete mutlaka bir karşı çıkan olur, çünkü kötü insanlar her zaman vardır. adaleti olmayan güç ise töhmet altında kalır. demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerek; bunu yapabilmek için de adil olanın güçlü, güçlü olanın ise adil olması gerekir.

adalet tartışmaya açıktır. güç ise ilk bakışta tartışılmaz biçimde anlaşılır. bu nedenle gücü adalete vermedik, çünkügüç, adalete karşı çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti. haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık. "
şimdiye kadar hiç bir zülfü livaneli kitabı okumamuş biri olarak yapılabilcek tanım, edinildikten sonra okunması ertelenemeyen kitaplardan biridir.
en ilginç noktalardan biri türkiyeye gelen kaliteli profösörler kısmıydı belki. yeni cumhuriyetin eğitimdeki temel taşlarında etkilerini merak etmemek mümkün değildir. hangi alanlarda eğitim verdiler. o hocalardan faydalanan ünlü türk öğrenciler kimlerdi. diğer bir husus adaletin ve gücün yanyana ve karşı karşıya geldiğindeki analizi altı çizile çizile okunmalı.
kitapta bahsedilen seredan tam olarak budur.

http://www.izlemex.net/schubert-serenade/
(bkz: ahmet muhip dıranas)
kitabın ortasındaki maximilian'ın hikayesi insanı derinden sarsan, gerçek olaylarla ilişkilendirilmiş bir kurgu olan mükemmel bir yapıt. Bırak be zülfü baba, sana edebi kişiliğin yakışıyor. Senin gibi temiz insanlara göre değildi zaten siyaset.
tüm yapıtlarında farklı kültürleri biraraya getirmeyi olağanüstü şekilde başaran bir zülfü liveneli kitabı daha. Elden bir türlü bırakılamayan, farkında olmadan gözlerini yaşlarla dolduran çarpıcı bir üslupla ele alınmış eser.Okuduktan sonra olanlara inanmak, öğrenilen onca şeyin gerçekten bu topraklarda yaşanabilme ihtimalini sorgulamak ve dayanamayıp araştırmak o dönemleri ve özellikle 'struma' gemisini.. Kesinlikle kitaplığınızın baş köşesine koyulacak, bünyesinde duyguların her türlüsünü barındıran yapıttan öte şaheser.
zülfü livaneli kitabı. her romanda daha güzeli yakalamanın nasıl bir duygu olduğunu bir dahaki romanıyla birlikte merak etmekteyim.
okumakta olduğum ve bundan sonra gelecek her cümleyi merak ettiğim livaneli kitabı.
aslına bakarsan klasik bi livaneli kitabı. ama o aşk hikayesi ayrı bi' boyuttur.
tam bir hayal kırıklığı... çok düz bir hikaye kurgusu,hiçbir şekilde okuyucuyu ters köşeye yatırmayan basit uslubu ile kesinlikle değerli zamanınızı harcamamanız gereken balon romanımsı. sayın livaneliye bu kadar basit bir kitap yakışmamıştır.
beni en çok struma gemisi hakkında yazılanlarla etkilemiş zülfü livaneli kitabı.
gereksiz uzatılmış bölümleri olsa da güzel bir hikaye..
eksik ve hatalı bölümleri de mavcut kanımca..
--spoiler--
2003 te açılan starbucks'a 2001 de gidilmesi yorumlarda en çok yazılanlar biri. benim dikkatimi çeken ise istihbaratın başta bu kadar kovaladığı adamın ne yaptığıyla pek ilgilenmiyor oluşları. hayır adamın o saatten sonra ne yapmasından korkuyorlardı onu anlamadım. yaşananları anlatmasındansa, kadın otel lobisinde adamla resmen röportaj yapıyor önünde kayıt cihazıyla, bunu da biliyorlar. ayrıca bu kadar korktukları bir adamı anında öldürürler, hastaneye yattığında, ya da şile yolunda trafik kazasında! işlerin nasıl yürüdüğünü hepimiz biliyoruz. ayrıca dedektif gibi herşeyi gören ve çözen maya hanım nasıl oldu da, "otel odasında sarılarak uyuduğumuzu nerden bildiler" diye merak etmedi? kimse görmemişti ki onları?! ben daha nadia memleketi romanyaya gittiğinde aynı dönemde ve aynı yerden türkiye ye kaçan anneannesiniyle bir bağlantı falan kurulacağını düşünmüştüm.
ayrıca struma da güverteye insanların pislediğini, temizlenmediği için de hastalıkların başgösterdiği yazılmış, denizden kovalarla su çekip elini yüzünü yıkayan insanlar güverteyi temizleyememişler mi aynı suyla o da ayrı konu..
--spoiler--
elinizden bir türlü bırakamayacağınız akıcılıkta,bazen istanbul üniversitelerine geln ünlü profösörleri dolayısıyla einsteini, bazen klasik müziği bazen de yahudi soykırımını görebileceğiniz zülfü livaneli kitabıdır.

yalnız finaliyle hayal kırıklığı yaratmıştır.
akıcı bir türkçe, harika bir hikaye ve tarih dolusu gerçeklerle örülmüş bir roman. insanoğlunun acımasızlığını bu acımasızlık içinde aşkın büyüklüğünü, aşkın aslında hiçbir ırk, din ayrımına meydan vermeden nasıl yıllarca yaşanabileceğini gözleriniz dolarak okuyorsunuz. kalemine sağlık livaneli...
tarihde kıyıda köşede kalmış konuları dile getiren nadir romanlardan.