bugün

Konda'nın yaptığı 'Biz Kimiz' araştırması kimilerini öfkelendirdi.
Kimi sivil dernekler Milliyet'in sonuçları yayımladığı yazı dizisini durdurmaya yönelik dava girişimlerinde bile bulundu. Mesele, şundan ibaretti: 50 bin denekle yapılan kapsamlı bir çalışma sonucu Türkiye beton çıkmamıştı.
Bu topraklarda hemen herkesin 'Biz kimiz?' sorusuyla hiç kuşkusuz dünyanın diğer birçok halkından daha çok başı derttedir.
Bitmez tükenmez bir ergenlik durumunun kilitlenilmiş soruları da olacaktır elbet. Bu durumun doğası icabı yüzleşme korkusu varsa. Kendiyle, dünyayla, hasım veya hısım belledikleriyle.
Bir de şuradan bakalım. Biz kimiz? Şu anda hangi gündemin peşinde, ardında ya da menzili dışındayız?
Eski hızına kavuşan Nokta dergisinin üst üste patlattığı iki haberle meşgul oluş biçimimiz, bizi bize fevkalade bir netlikte sunacaktır.
TSK'yı eleştiren basın mensup ve kuruluşlarını güvenilir olan-olmayan şeklinde sınıflandırdığı anlaşılan TSK'nın bu andıç hakkında yaptığı açıklama açık seçik bir gövde gösterisi, bir gözdağı verme operasyonuydu.
Askeri savcı albay Saim Öztürk, askerin gazetecilerle ilgili görüşünü yansıtan andıcın 12 Ekim 2006'da karargâhtan çalındığını belirtiyor, andıcı kimin sızdırdığı üstüne soruşturma yapıldığını açıklıyor, üstüne üstlük bu olayın tam da şu günlere denk gelmesinin manidarlığına dikkat çekerek yine o bildik provokatörleri işaret ediyordu. TSK'nın hâlâ ve ebediyen bize malûmat değil talimat verecek bir kurum olduğunu anlamayanların kafasına hakikati bir kez daha çakmanın mükemmel bir yolu. Andıç uygulamasının kamuoyu gözünde normalleştirilme çabasının muhteşem bir tezahürü.
'Andıç hazırlayarak biz işimizi yapıyoruz. Sızdırılanı yayınlayarak siz kendi içinizden kimi güvenilir olmayanları vahşilerin hedefi haline getiriyorsunuz' demeye getiriyorlar.
TSK'nın amacı da zaten itibarsızları faş etmek değil miydi?
TSK, kamuoyu önünde bir yazar olarak, bir gazeteci olarak itibarımı sarsmayı amaçladığını açıkça dile getiriyor. Bana karşı stratejik savaş taktikleri kullanıyor. Her şeyden öte kamuoyuyla arama girmeyi kendi doğal hakkı görüyor. Onun referansı olmadan yazamayacağıma, yazdıklarımı yayımlatamayacağıma, yayımlattıklarımı okutamayacağıma yüzde 100 inanıyor.
Zygmunt Bauman, yeni yayımlanan kitabı 'Modernite ve Holocaust'ta şöyle diyor: "Unutmamak gerekir ki soykırıma katılanların çoğu, Yahudi çocuklara kurşun sıkmış ya da gaz odalarına gaz vermiş değildir... Çoğu bürokrat notları düzenlemiş, taslakları hazırlamış, telefonda konuşmuş ve konferanslara katılmıştır. Onlar masalarında oturarak tüm bir halkı yok edebilirler. Görünürde zararsız gayretlerinin nihai sonucunu bilselerdi, bu bilgi kafalarının uzak girintileri içinde kalırdı ancak. Yaptıklarıyla kitle katliamları arasındaki neden-sonuç ilişkisini bulmak zordu. insanların, gereğinden fazla kafa yormaktan kaçınma ve dolayısıyla neden-sonuç zincirini en uç bağlantılarına dek gözden geçirmeye yanaşmama gibi doğal eğilimleri ahlaksal yönden pek ayıplanamazdı. Bu hayret verici ahlaksal körlüğün nasıl mümkün olabildiğini anlamak için, silah fabrikasında çalışan, yeni büyük siparişler sayesinde fabrikalarının 'idamının durdurulmasına' sevinen, ama Etiyopyalılarla Eritrelilerin birbirlerine yaptığı toplu katliamlara gerçekten üzülen işçileri düşünmek; ya da 'hammadde fiyatlarındaki düşüş' dünya çapında iyi bir haber olarak karşılanırken 'Afikalı çocukların açlıktan ölmesi'ne aynı şekilde, dünya çapında ve içtenlikle ağlamanın nasıl mümkün olabildiğini düşünmek yararlı olabilir."
işte, soluklanıp yeniden başlamamız gereken sıfır noktası budur.

Aynı yerden kanıyor
Konda'nın araştırma sonuçlarında altı çizilesi bir şey değil elbet. Ama bu toplumun sorunu ahlaksal körlüktür.
Demokrat bildiklerimiz, liberal bildiklerimiz ve bilmediklerimiz hep bir elden korku körüklemeye soyunuyor.
Onlar bu kuruma yönelik korkuyu en derininde hissedenler arasında korkusundan güç alarak itiraz edenlerin susmasını istemekle kalmıyor, itirazcıları her fırsatta işaret ediyor. Onlar, bu korkunun payidar kalmasını istiyor, TSK ile acı anısı olmayan kuşakların da bu korkuyu tez elden içselleştirmesi gerektiğine inanıyorlar.
Andıçlanıp kulakları çınlayanlardan güvenilmezler taifesinin önemli bir bölümü TSK'ya karşı olmadığını ilan etmek zorunda bırakılmış oldu.
Bu haksızlıktan yakındılar. Güvenilirler arasında geçmişin kanlı andıcına maşa olmuşlardan bir süre çıt çıkmadı. Sonra onlar da bu işlemin doğallığından dem vurup bir partinin benzer çalışmasını örnek gösterdi. TSK'yı açıkça bir siyasi oluşumla denk tutup, andıç uygulamasını kamuoyu gözünde normalleştirmeye çalıştılar. Onlar, zamanında meslektaşlarını andıca kurban etmiş, bir insan hakları aktivistinin vurulmasına neden olmuştu. Buna rağmen itibarları sarsılmadı.
Çünkü şık betonarme köşelerinde askerin çizmeyi aşmasına ses çıkarmamakla kalmayıp için için her an çizmeyi ayağına geçirebilir tehdidi altında yaşamamızı hayırlı buluyor.
Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in olduğu iddia edilen günlükte ayrıntılarıyla anlatılan darbe hazırlıklarının vahametine değil de günlüğün hangi kanaldan dolaşıma girmiş olduğuna kafa yoranlar da aynı basın mücahitleri.
işte bu yüzden Şemdinli olayı sessizce rafa kaldırılabiliyor.
Hayatı karartılan savcıya arka çıkamayan hükümetin başı, yüzü kızarmadan Örnek'in olduğu iddia edilen günlük konusunda harekete geçmeyen savcılara sitem ediyor.
Kimse bu farsta çarpılan kapılar ve münasebetsiz tesadüfler dışında
bir şey görülsün istemiyor. Bağlantıları kurmuyor, bağlantı kuranları öfkeyle listeliyor.
Hrant'ın cinayetinin polisli jandarmalı arka planı bu yüzden bir türlü önümüze serilemiyor.
Musa Anter cinayeti gibi onunki de belleğimizde kalabalık bir
karanlık olarak kalsın diye.
Bir türlü silah bırakamayan emekli askerlerin dokunulmazlığı da buradan besleniyor. Darbecilerin baş tacı edilmesi de. Susurluk faillerinin önlenemez yükselişi de.
Kürtlerin şehirlerde, dağlarda, Kerkük'te ve dünyanın her yerinde
bir sorun olarak karşımıza dikilmesinin ardında ne var sizce?
Tam da bu noktada George Orwell'in 'alt sınıflar' üstüne yazdıklarından ödünç alma ihtiyacı duyuyorum. Çünkü bize de, atalarımıza da Kürtler pis kokar diye öğretildi.
Orwell, Britanya'nın değişen sınıfsal çelişkilerini anlatırken
üst-orta sınıftan gelme bir Britanyalı olarak şöyle diyordu: "Bize böyle öğretildi: alt sınıftan insanlar kokar. Bu noktada da, şurası çok açık ki aşılamaz bir hudut söz konusu. Çünkü, hiçbir hoşlanma ya da hoşlanmama duygusu 'fiziksel' bir duygu kadar temelli değildir. Irk nefretinin,
dini nefretin, bilgi, duygusal örgütlenme, eğitim farkının, hatta ahlaki ilkelerdeki farkların bile üstesinden gelinebilir ama fiziksel tiksintinin üstesinden gelinemez."
Kürtlerin pis koktuğu bilgisiyle mücehhez bir ulus olarak ne kadar demokrat insan kaygılarına aboneysek de gün geliyor Kürtlerle konuşurken ses tonumuza ekmeği geç getiren kapıcıyla konuşuyormuşuz gibi
bir tını yerleşiyor. Sıkıldığımıza karar veriveriyoruz. Sokma akılla
ne kadar yol alınabilirse sonradan edinilmiş demokratlıkla da o kadar
yol alınabiliyor. Karşılarında boyun büküp 'Ben bu tarafta fazla
bir şey yapamıyorum, sen de artık bir süre daha böyle idare et' diyemiyorsak, onların akılsızlığından, siyasi hatalarından bezmiş olarak yanlarından çekiliveriyoruz.
Üstelik vicdanımız da rahat.
Zulüm sürüyor. Hepimiz seyrediyoruz; kimimiz tiksintiyle yüzünü
buruşturarak kanal değiştiriyor, kimimiz köklü devlet politikamızın dayattığı sinizmle inanmıyor -ciddiye almıyor- provokasyon okuması yapıyor, kimimiz daha da siniyor.
Pekiyi biz kimiz?
Biz, onlarca yıldır aynı yalanlarla yaşadığımız için aynı korkulardan
bir türlü kurtulamayan bir nüfusuz. Bu topraklarda için için uğuldayarak tehdit altında yaşıyoruz

yıldırım türker
radikal