bugün

PAZAR sabahının bu saatinde benim bu yazıyı yazıyor olmam başlığın gerçekler kısmında yer alıyor. insanların en güzel hülyalarından, en miskin sabahlarına uyandıkları gündür pazar öyle değil mi? değil arkadaş. biz miskinlik yapamıyoruz önemli değil ama güzel hülyalar kısmı da uğramaz oldu bizim rüyalarımıza çoktandır.
sabah sabah, hem de pazar pazar bu ne karamsar entry diyenleriniz olacaktır muhakkak. onların bu niyesini de cevaplamak adına başlıyalım yarı terapi yarı gözyaşı dökecek sıcak bir omuz özlemiyle yazmaya.
insanlar çocuk olur öyle değil mi?
çocuk olurlar. temiz hayallerin yoldaşı olurlar ve kaygısız sabahlara uyanırlar öyle değil mi?
değil işte.
ben çocukluğumda kaygısız sabaha uyanamamış çocuklardanım. evinde kaygı, sokağında kaygı, kuşağında kaygı, gözlerinde kaygı ve doğal olarak yüreğinde kaygı ile çocuk olamayanlardanım.
çocukken tutunabildiğim bir dedem vardı. onun temiz yüzünde, sıcak tekerlemelerinde, saran gülüşünde, seven yüreğinde bulurdum sığınağımı.
işte tam da orada açardı hayallerimin çiçekleri.
ilk çocukluk yıllarımın hatırlanası az ama öz anıları oldular o anlar.
örnek mi?
dedesinin toprağa bulanmış ama tertemiz ve emektar elinden, dalından yeni koparılmış dutları yemeye çalışan gülen bir çocuk.
dedesinin ramazan boyunca yatılı kaldığı camiye akşamın kızıla çalan saatlerinde yemek taşıyan, umut ve özlem taşıyan bir çocuk.
ramazan bayramının ilk günü dedesinin aldığı bayramlık pantalonu traktör arkasına asılırken yırtıp, tek bacağı beline kadar açık vaziyette eve koşan ve dedesinin gülen gözlerinde utancını yıkayan çocuk.
evet, hayat sadece dede konusunda cömert oldu bana diyebilirim.
öyle bir dedem vardı ki hayatın, al ulan, bu da benden, bol kepçelisinden dediği tek insan.
babamın yüzüne karşı söylerim hep; dedemin oğlu olsaydın, ben şimdi ya mars'a türk bayrağı dikiyordum ya da beyaz sarayın bahçesinde amerikan başkanına türkiye nin yaptırımlarını imzalatıyordum diye.
ciddiyim.
inanası gelmiyor çoğunun ama dede bir başkadır; candır, canandır. hele de benim dedem.
beş yaşındaydım, babamların evinden saçma bir sebeble dedemin yanına, ufak bir ilçeye yollandım. hüzünlenmiştim. hani insan can damarlarından ayrılır ya işte öyle bir hüzün kapladı annemin kucağından koparıldığım zaman. ama çok geçmedi, dedemi tanıdı hep bir tarafı boşluğu yaşayan yüreğim.
meğerse ona ayrılmış, doğuştan ona randevulu bir yüreğim varmış da haberim yokmuş.
gittim yanına oturdum sessizce.
hiç unutmam ilkönce, sevecen bir gülüşle bembeyaz ve ışıl ışıl parlayan sakalını sıvazladı sağ eliyle, sonra usulca alnıma bıraktı avucunu, allahım o ne temiz, o ne akıcı bir güven duygusuydu, anlatamam. yaşamak lazım.
kaygılarımın yerini alan yüreğimden yanaklarıma yayılan, hani o gülerken yanaklarının gerginliğinden kendi gülüşüne hayret eden, hatta gülüşü ile sevinip daha da gülmek isteyen insan vardır ya işte ondan ve ömrümde ilk defa bu kadar candan bir gülüşe, bu kadar candan bir yanıt vermişimdir.
sonra bereketli toprağın, bereketli meyvelerini ve sebzelerini yanı başımda ekti, suladı yetiştirdi. aylarca, toprağa dokunan elleri sanki bir maestronun senfoni orkestrasını idare eden elleri gibiydi her zaman. o kadar içten, o kadar sevecenlikle ve o kadar coşkulu.
aylar birbirini kovalıyordu, ben de en derin mutluluklarımı.
bir gün, okulu anlattı bana. yarın seni, okula kaydettireceğim dedi.
henüz altı yaşında bile değilim. okulun yolunu tuttuk, 40 lı yaşlarında babacan tavırlı müdür, dedemin elini öptü saygıyla. sonra sordu, hacı baba hayırlara vesile olur inşallah.
dedem tatlı tatlı anlattı ricasını. beni okula yazdırmak istiyordu.
yaşımı sordu müdür.
dedem bana baktı, dedesinin torunudur, aklı yaşında değil, başındadır ama nüfusu beş diyor dedi.
müdür, hacı baba, sana hürmette kusurumuz olmaz, bilirsin ama çocuk daha çok küçük, akranlarıyla başlaması lazım, yapamaz dedi.
dedem, hele dedi oradan bir kağıt, kalem ver.
adam, şaşkın şaşkın uzattı dolma kalemiyle bir kağıt parçasını.
dedem, yaz oğlum bakıyım adını soyadını dedi, bana.
kalın ve gösterişli kalemi aldım elime, kağıda düzgün ve özenli bir şekilde adımı soyadımı yazdım.
sonra dedem benimkini, babanneninkini bir de osmandır müdürünün adı, yaz hepsini birbir, bir de doğum tarihini ekle, en alta da büyük harflerle hocam ben okula gitmek istiyorum yaz, dedi.
söylediklerini bir bir yazdım kağıda.
adam tabii ki masasından hafif doğrulmuş, bakışlarıyla benim yazdıklarıma uzanmış, izliyor beni.
uzandı aldı kağıdı önümden. uzun uzun baktı.
sonra, sen mi öğrettin hacı baba, başka şeyler de yazabiliyor mu? yoksa bunları ezbere mi yazdı? dedi.
dedem: söyle yazsın dedi; bana sorma ona sor. o cevap verebilir sana.
ben, ürperdim tabii, ister istemez, zor birşey sormasından çekinerek, bir yandan da dedemin bana olan güvenini incitmek istemeyerek, kocaman gözlerle baktım adama.
o bana şaşkın şaşkın bakmaya devam ediyordu.
sonra, yaz oğlum bakıyım dedi.
osman amcam, hacı hüseyin babasının hatırı ve benim zekam karşısında okula gitmeme izin veriyor.
cidden yazdım bazı harfleri titrek ve yarı eksik olsa da, ama epey zamanımı aldı hem cümleyi hatırlamaya çalışmam hem de o kadar zaman zihnimi kaleme aktarmam.
ama yazdım. müdür babamızda sağolsun, kırmadı dedemi, böylece mini mini birler olduk.
ilk günler mi? siz onu sömestir tatiline kadar uzatın. 3 zayıf var ilk karnemde, hala saklarım.
sebeb, uyum sağlayamama ya da zorlanma değil tabii ki, sadece dedemden ayrı kaldığım geçmek bilmez saatlere isyan.
sonra baktım ki diğer çocuklar başarılı ve ödüllendiriliyor, ben de ikinci yarı yıldan sonra önce zayıfları düzelttim, sonra takdirleri sıralamaya başladım.
ilkokul birinci sınıfta takdir veriyorlar insana, lise bitinceye kadar takdir alamadığım tek sınıf, ilkolkul birdir. itiraf etmeliyim, böbürlene böbürlene evlerine koşan çocuklara epey gıcık olmuştum.
deedme dair tüm anılarımı anlatmaya kalksam, sözlüğün serverı göçer sanırım. en iyisimi sadede gelelim.
aradan mutlu ve uzun iki yıl geçti ve ben babamların yanına, asıl olmam gereken yere ama gitmek istemediğim yere dönmek zorunda kaldım.
babamın çırpınan, dede dede diye ortalığı inleten, amca beni bırak, ben dedemle kalacağım diyen kızgın ve üzgün bir çocuğu zaptetmek için harcadığı çabayı ve dedemin gülen yüzünün arkasına gizlediği hüznünü hiç unutmam.
dikkatinizi çekmiştir, babannemden bahsetmiyorum, allah uzun ömürler versin hala sağ canım babannem, ona dair anlatılacakları, şimdilik sadece ona ve eşime anlatıyorum ve itiraf etmeliyim, onun yokluğunda onu anlatmak istemeyen ama mecbur kalacağından da neredeyse emin olan bir ben var içimde. inşallah benimle birlikte yaşlanır.
ben baba evimde aylarca anneme ve babama, amca ve yenge demiş bir çocuğum.
sanırım okulda, baban nerede? annen niye seni okula getirmiyor? o yaşlı amca ve nine senin annen, baban değil mi? şeklinde onlarca sorunun etkisinden olacak, intikam alan bir yanı vardı bu amca ile yenge sözlerimin.
hiç unutmam, annesizliğe ve babasızlığa öylesine kaptırmıştım ki kendimi, birgün sınıfta babalarının işlerini ve ev hayatlarını anlattığımız bir dersimiz olmuştu. genç ve duygusal bir bayan öğretmenimiz, ailenin önemini hatırlatmak istedi sanırım bize.
sınıf birbirini yiyor, ben anlatacağım, ben anlatacağım diye. ben kafamı önüme eğmiş, bekliyorum.
öğretmen farketmiş olacak isteksizliğimi, oğlum sen anlat bakalım dedi.
en çok kendimi, sonra da anne babamı yaralamak istercesine bir inanmışlıkla, benim annem babam yok deyiverdim.
öğretmen çok üzüldü tabii, sınıftaki çocukların anlamsız bir hüzne kapıldığını hissettim.
ders bitinceye kadar öğretmen yanımdan hiç ayrılmadı. beni yaraladığını düşünerek içi içini yemiş olacak ki ders biter bitmez, nüdüre koşmuş.
tabii müdür, öğretmenin anlattıklarını dinleyince şaşırmış ve durumu anlatmış öğretmene; ertesi gün dedemle birlikte gittik okula.
öğretmenin ve müdürüm durumu dedeme anlattı ve ileriye yönelik olumlu tesirleri olmuyacağını söylediler.
sanırım babamlara dönmemde en çok etkili olan olay buydu.
saklı kırgınlığımı dışa vurmam sonucunda dedemden ayrılıyordum.
işte bu sevgi ve özlem çıkmazında, bir çocuğun anne ve baba sevgisi yitip gitti.
ben hiçbiriniz kadar sıcak ve içten sarılamadım onlara.
her sarılışımın gerisinden, kapalı ellerinin tam içinden, dedesine, babannesine kucak açan ve boşluğu kucaklayan bir yanım oldu.
işte bu çıkmaz sokakta hayatın onlarca fırsatını bilerek çarçur ettim ben.
doğuda görevli kendisi ve ailesi için duyduğu kaygılarla yarı ev hapsine dönen onlu yaşlarımda, zekamın açtığı birçok kapıyı elimin tersi ile kapatıverdim.
devlet parasız yatılı sınavlarına girdim mesela, cevaplarını bildiğim tüm soruları cevapsız bıraktım.
asker olmak istedim, izin çıkmadı; derece yaptığım öys sınavı nedeniyle harp okullarından gelen tanıtım broşürleri ve kayıta davet çağrılarına rağmen normal bir üniversiteye gitmak zorunda bırakıldım, üniversiteyi aynı intikam alma duygusu ile bile bile yarıda bıraktım.
işte hayallerimi başıma yıkan süreçte ondan sonra başladı tam olarak.
önce askerlik sonra çalışma hayatı, dedemle uzun süre görüşemedik.
sonra yanına gittim. hasta ve kızgın bir dede buldum karşımda.
bana şunu yap bunu yap, şu ol, bu ol demeyen adam gitmiş, suçlayan, ihanetimi sorgulayan hatta yanından kovan bir dede.
babamın bitmek bilmez öfkesi ve kışkırtmaları, 95 yaşında yaşlı bir ruhu çok derinden etkilemiş olacak ki, babamın beni yaralayamayan tarafını almış ve yüreğime yüreğime saplıyordu.
sonra bir gece şiddetli bir gürültüyle uyandım. dedem, yatağından kalkmış, masanın sivri köşesine kafasını vurmuş, masayı devirmiş ama kendi yarı dizlerinin üzerinde ayakta kalmaya çalışır vaziyetteydi.
şiddetli bir beyin kanaması geçirdi ama ölmedi. aylar sonra, çalışırken ölüm haberini aldım.
iş yerinde gözlerimden süzülen gözyaşlarıyla yıkayıp, yüreğimin en güzel, en umut dolu yerine defnettim onu.
en sevdiği torunu ben olmama rağmen, en sevdiğim insan olmasına rağmen, dargın gitmişti benden.
asla tamir edilemeyecek, asla telafi edilemeyecek bir hezeyan bıraktı bende.
içimi an ve an parçalayan, bir şekilde ellerime yapışmış bir bıçakla yaşamak zorundayım anlayacağınız.
dedeme dair hayallerime, en gerçek yanlarıyla saplanmaya devam eden, her darbesinde geçmiş, bugün ve gelecek arasında savrulmama sebeb olan kısır bir döngünün içine hapsolmuş durmdayım adeta.
ve görüldüğü üzere bu darbelerin sağı soluda belli olmuyor. insanı güneşli bir pazar sabahında yakalayıp, kanattığı yanlarımı göstermek istercesine hüzünle yağan bir öğlen öncesi yağmuruna savurabiliyor.
ben ağlıyorum, şehrim ağlıyor.
dedem sonsuzluğun yaşamı kadar temiz bir köşesinde hala hüzünlerini saklayan kızgın ve kırgın gözlerle gözbebeklerimin içine içine bakıyor. ben onu kucaklamak, ona sarılmak, ona sığınmak istedikçe sonsuz bir boşluğa açılıyorum.
içim bomboş, bedenim de ruhum kadar yalnız ve çaresiz.
hayatın köşesine takılmış bir ölüm hali seziyorum çaresizliğimde ama yaşamaya devam ediyorum pişmanlıklarımın yanı başında.
ama itiraf edemediğim bu boşluğun ortasında bana tutunmaya çabalayan minicik bir el var.
işte o el beni hayatta tutuyor. oğlumun, dedemi özleyen ellerime benzeyen elleri, içimde çoğalan sevgime benzeyen sevgisi bana yapmak ve yaşamak zorunda olduklarımı hatırlatıyor.
işte o an yaşamımın köşesine takılan ölüm halimin yakasına yapışan yaşama sevincim, beni sonsuz karanlığımdan çekip çıkarıveriyor.
çıktığım yer, hem baba hem de dede olmak zorunda olduğum, ödev ve karşılığında alınan sonsuz sevgi dolu bir cennet adeta. hayaller ve gerçeklerde olduğu gibi cehennem ve cennet de yanyana nefes alabiliyor tek bir yürekte, tek bir vicdanda.
insanlar bana hep sorar; neden gülümserken bile bu kadar sert bakıyorsun diye.
neşeme bulaşan hüznümden olsa gerek, gözlerimle gülememem.
bundan olsa gerek, gözleriyle gülebilen insanlara sevdalı olmam.
özlemlerimi ve gözleriyle gülen çocuk yanımı, bana ve hüzünlerime rağmen yaşattıkları için.
"biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız... hepimiz heba

oluyoruz... bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş... reklamlar yüzünden araba ve kıyafet

peşindeyiz. nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz... bizler tarihin ortanca çocuklarıyız... bir amacımız yok; ne

büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık... bizim savaşımız ruhani savaş... ve bunalımımız kendi hayatlarımız..." Chuck abi
16. yüzyılda olmak vardı ne biçim bir komutan olurdu benden be.
şimdi kolumda sevgilim, elimde içecek bir şeylerle akdenizin sakin sularını seyrederken bir yandan da şakalaşmalar gülüşmelerle gün batımına eşlik ediyor olabilirdim. bir yandan da on, on beş metre ötedeki spor arabamı it kopuk çizmesin diye göz ucuyla keserdim.

bu tabii ki hayal kısmı.

gerçek olan: halıya çöktüm, elimde telefon sabahtan beri. üşengeçlikten kalkıp bir buçuk metre ötedeki pencereyi kapatmadığım için g.tüm donuyor. aynı sebeple yarım saattir açlıktan kıvranıyorum.

sevgili yok.

(bkz: damn it)
Hepimiz Türkiye'yi gelişmiş ülke olarak görmek istiyoruz ama gerçekte ise Afrikalılaşıyor.
kimi zaman birbirleriyle aynı, çoğu zamansa birbirlerinden tamamen farklı olabilendir. böyle olmasının sebeplerinden biri de hayal gücümüzün sınırlarının olmayışıdır. ne kadar çok bilinmezlik, o kadar çok uçsuz bucaksız bir hayal gücü demektir. gerçekliğe atılan her adımda hayal gücünün sınırları körelir, ta ki yeni bir bilinmezlik durağına ulaşana dek. hiçbir şeyi tam anlamıyla bilemeyecek olmamız, hayal gücümüzün hiçbir zaman körelmeyeceği anlamını taşır. aslında fark ettiyseniz bu, aynı zamanda hayatın ta kendisidir de. gerçeklikten kaçıp hayallere sığındığımız anlar bu durumun günlük yaşamdaki tezahüründen başka bir şey değildir. tabii bir de hayal gücü genişledikçe gerçeklikten bir o kadar uzaklaşabilme ihtimalimiz artar.

o halde şöyle diyebiliriz sanırım; hayaller el feneri ise gerçekler kaybolan anahtarınızdır. anahtarınız orada değilse aynı yere ne kadar fazla ışık tutarsanız tutun onu göremezsiniz. gördüğünüzü sandığınız şey ise muhtemelen anahtarınıza benzeyen şakacı bir taş parçasıdır. şu da bir gerçektir ki doğru yere tuttuğunuz vakit karanlıkta anahtarınızı bulmanızı sağlayacak yegane şey de yine o el feneridir.

carl sagan da bu konuyu çok güzel bir şekilde özetlemiş:

https://www.youtube.com/watch?v=VJ-8EfX4agE
Çoğu zaman uzen şeylerdir.

(#28576406 )
hayaller onun sana trip atması senin gülmen
gerçekler 500 metre öteden öküz gibi bakmak.
görsel
görsel
Bu adam milletimizi ikiye böldü.
Aslında hepimizin aynı vatandan aynı kandan olduğunu unutmuştuk.
görsel
Hayaller: Finlandiya'da kaliteli bir eğitim almak
Gerçekler: Türkiye'de vasat bir eğitim almak.
hayaller: badecilerin alayını dar ağacında sallandırmak.
gerçekler: badecilerin devlette torpille süper konumlara yapışması.
Hayaller: Uygar, Medeni, Üreten, Bağımsız, Özgür, Laik ve gelişmiş bir Türkiye
Gerçekler: Dışa bağımlı, ilkel, geri kalmış, Din sömürüsünün yaygın olduğu bir Türkiye.