bugün

yönetmenliğini kim-ki duk'un yaptığı, ilginç, sessiz, çoğu kişiye göre de bir o kadar hoş sanatsal film. konuşmalara neredeyse hiç yer verilmemiştir, zaten kim-ki duk'un çoğu filmi bu şekildedir. (bkz: bin jip)
başlıklar arasında okuyunca "tamam sakin...sakin..telaşa gerek yok" dedirten bir isme sahip olan film
ben yürüyom gel gelio göriyo bom...Sarhoş repliğine benzemektedir.
Kim ki Duk'un felsefesiyle olayı bitiren, görsellikte ise inanılmaz dereceye ulaşan filmi. Mutlaka izlenmeliler listesinin ilk onundaki filmlerden biri. Filmin bir kısmında yönetmenin kendisi de oynuyor ve bir tapınak rahipi olarak ruhunu arındırmaya çalışıyor. Güney Kore filmlerinin aşmış örneklerinden.
kim-ki duk'un en sağlam filmlerinden. yine kendine has uslubuyla filmi çekmiş ev fazla diyaloglara yer vermemiştir.
türkçeye çevrilişi yada en azından ingilizce şeklide yazılsaymışta,bizde anlasaymışız daha güzel olacak film.
kim ki duk'in inanilmaz guzellikte filmi. her tutkunun, duygunun ya$ani$i farklidir lakin bu filmde o kadar derin ve guzel anlatilmi$ ki bazi $eyler.. filmin cekildigi mekan, teknikler, kurgu, oyunculuk, muzikler, her $ey mukemmel. ki$ bolumunde heykelin tepeye cikarili$ sahnesinden sonra filme eklenen muzikler tek kelimeyle buyuleyicidir.
Uzak doğu mistizmine hayran bırakan, bilgelik dolu öğreti gibi bir film. Bence herkesin bir defa izlemesi gerekli. Ayrıca filmin çekildiği bölgenin muhteşem bir güzelliği var. insanın şehirden kaçıp öyle yerlerde yaşayası geliyor.

http://beyazperde.mynet.com/film.asp?id=3364&kat
ilk 20 dakikasını sosyal psikoloji dersinde izlediğimiz, hayranlık uyandıran, yetişme ve yetiştirme, iç disiplin üzerine büyük dersler veren film.
evet bunlar sadece ilk 20 dakikadan çıkarttıklarım.
her kim ki, duk'sa bu sırra mazhar; dünyaya bırakır ölmez bir eser... harf oyunlu hin esprimizi de yaptık, artık beni kim tutar. uzatacağımı sanıyosan yanılıyosun kank, filme geçmek istiyorum umarsızca.

bir görsel şölen gördüm sanki. evet evet. görüntüyü yönetene selam. "az, daha çoktur!" şiarına sevda büyütmüş senariste selam. ve tabiki "taşı" gediğine koyan yönetmene sağlam bir selam!

zükümtrak öğretilerle dolu, riya dolu akıllar ve fikirler enjekte etmeye kodlanmış, üstten üstten bakan film, kitap, kişi ya da kuruluşlara "sana ne yapraam!" deme arzum depreşir genelde. bu o'gillerden bir film değil ama. sade, ne yaptığının bilincinde ve samimi. bi tek mevsimler ve ifade ettikleri noktası var kafama takılan. tam tahmin ettiğimiz gibi. izleyenler ters köşeye yatırılabilirmiş sanki.

yükte hafif pahada ağır repliklerden ikisi:

"o hayvanlardan eğer biri bile ölmüşse, bu taşı ömür boyu kalbinde taşıyacaksın."

(...)

kızın annesi: iyileşecek mi?
usta: sanırım ruhu acı çekiyor. ruhu huzur bulunca sağlığı düzelecek.
uzakdoğu sinemasının dinginliğine alışık olmayan hollywood bünyelilerle izlemenin işkence olduğu film. o uzun aralıklı suskunluklar "eee hadi ne zaman konuşucak bunları", sembolik anlatımlar "şimdi burda niye bunu yaptı ki bence salakça"ları, mevsimler-insan hayatı metaforunun sadece bir "piii burda güzel mangal yapılır" tarzı söylemleri ortaya çıkarması tepeye kan sıçratır "lan bi sus da izleyelim" de diyemezsin. tavsiyem yalnız izlenmesidir. aman diyim.
mevsimler yardımıyla hayatımızın dönemleri anlatılır bu filmde.. kesinlikle olağanüstüdür, insanın orda yaşayası gelir izlerken..
kim ku duk filmi.
filmi yalnızca bir kore ürünü değil de dünya ürünü olarak okumak daha sağlıklı olur. zira kim ku duk un seçtiği muhteşem coğrafya da yine de o kadar etkileyici karaler elde edememesi hüzün vericidir. izleyince e tamam da diyorsunuz zira muhteşem bir göz sahibi değil kim ki duk kişisi. hikayede daha yalın anlatılabilir. özellikle kızdığım ise bir mümin hayatı olabildiğinde minimalist anlatıma izin verse de yönetmenin bu yanları budayıp, ilginçlik vurgusu yapması kendi tercihidir. ben sıkıcı mümin hayatının daha onların hayatına giren yeni karakterlerden daha enteresan olduğunu düşünüyorum.
ve de bu filmle ilgili yorumları okurken şöyle bir şeye sahip oldum, insanlar ödül budalası olmuş. şöyle ki ödül sahibi filmi eleştiren görgüsüz, bilgisiz ve cahil olarak yaftalanıyor. ödüle saygı duymak başka ancak ödüle tapmak başka şeyler. ödül tapıcısı olup entel olmak ise acınası.
biraz önce seyrettiğim kore yapımı film.

imdb puanına baktım, 8.1, ordan burdan yorumları okudum herkes övmüş yere göğe sığdıramamışlar falan. oturdum izemeye koyuldum can sıkıntısına iyi gelir niyetiyle. ama bi filmde hiç mi aksiyon olmaz arkadaş bu kadar mı sakin dingin film olur? genel olarak simgelere yer verilmiş fakat ne bileyim ben pek bişey anlamadım desem yeridir. ya bu kadar kişide bir sorun var ya da bu ben yanlış bir film izledim bilemiyorum.

--spoiler--
esas elemanın kıza kur yapmak için tekneyle drift yapması çok hoştu. filmde en çok hoşuma giden olay buydu. bu kadar da sığ biriyim evet.
--spoiler--
http://www.sonyclassics.com/spring/
müziklerine hayran kaldığım defalarca izlenilesi bir başyapıt. insan denilen varlığın doğasındaki duygular öylesine yalın ve akıcı işlenmiştir ki izleyiciyi kendine bağlar.
http://www.youtube.com/watch?v=6t1XqaQtrIA&feature=related

filmini izlemeden, müziklerine vurulduğum filmdi benim için bi zamanlar, sonrasındaysa direkt izlediğim filmdi.. artık aralıklı olarak meditasyon ve bilgelik sınırları için dersler aldığım film..

misal kendime film sekaansları düzenliyorsam arada izleyip tatmin olamayan zihnim, fikrim için direkt repliklerine yahut bi sahnesine dayanıyorum bu filmin. el-nefis, databeysime kazım kazım kazıdığım bi zamanlar müzikleriyle sınava bile hazırlanmıştım.*
şöyle ki kişiselliğin nirvasında koşturan bu yazdıklarımın ardından sorgusuz kabul ettiğim hikayeye panzehiri akıtıp yerden yere vurabileyim isterdim ki, kim ki duk'un gücü elimi kolumu bağlıyor..

mevsimlerin hikayedeki filmle olan paralelliği, tekrar tekrar izledikçe daha iyi peydah oluyor zihinde adeta.. sanki sakin olarak adledeceğim bi filmken nasıl oluyor bi hengamenin içinde anlatılıyor o budist öğretileri, nasıl oluyor da bitiyor bi anda film afallıyor insan.. yani ben afallıyor.*
bilgeliğin abc'sini irdelemeye çok farklı bi açıdan bakmayı sağladı anları yaşadım yeniden, bi farklı yani etkisi bu filmin bende. farklı farklı bi çok şey düşünmek zorunda gibi hissettim kendimi.

yaşanılan öğretilerden sonra tekrardan başa dönme hissi o çarka uyum, nasıl baş edilir ve her daim bilge birine sığınmak.. inanılmaz bi duygu, kesinlikle sağ yanımda böyle biri olup şu şudur şu yoldan gidersen nefsini şu şekilde etkiler, şu şekilde de nefsini törpülersin diyene ihtiyaç duydum..

o kadar bölük bölcük ki düşüncelerim bu film üzerinde zira çok beğenmek eli ayağı birbirine dolaştırıyor, kelimelerde yerine otramıyor bi türlü. çok sevip elimize yüzümüze bulaştırmak minvalli eylemler..

her yaşta başka dışavurumla başka tatla düşüncelere sirayet edebilecek film, algılama açısıyla orantılı, ne kadar çok görebilirsek o denli anlatıyor film. düşüncelerin genişliğiyle büyüyor, büyüyor ve büyüyor..

ve böyle öğreti dolu bi filmin içine böyle sığ yorumla edilir.. bu film için keşke daha güzel cümleler kurabilseydim..özür dilerim kim ki duk.. ama teşekkür de ederim..**
bu film hakkında ne kadar çok şey yazsam aslında hiçbir şey yazamadığımı ve yazılamayacağını bildiğimden ötürü diyebileceğim en iyi cümle ''dünya sinemasının görebileceği en güzel filmlerden biri'' olacaktır.
iyiki varsın kim ki duk.
kim ki duk filmi.
iki dünya var filmde ele alınan, vurgulanan. birisi ustanın öğretileriyle dolu kuralları barındıran, doğaya adanmış, bilgelikler diyarı... diğer dünya ise salt çekişmelerin yaşandığı kıskançlık, tutku, sahiplenme ve öldürmeye kadar uzanan insanın karmaşık doğasından kaynaklanan geniş arena...
şimdi bu dünyalar çerçevesinden bakarsak ustanın çırağına öğrettiği yaşam felsefesi olarakta adlandırılabilecek olgulara insanlığın hala daha çok ırak olduğunu anımsattı film bana. çünkü bilgeliklerden uzak, karmaşık insansal duyguların esiri olabilecek kadar mahkum olunabiliyor geniş arenada. bir şeyleri sahiplendikçe insanlık, dengeden uzaklaşıyor mu yoksa? tutkuların peşinden gitmek ve daha da fazlası bir insanı sahiplenmek aslında insan hayatının karmaşık doğasına ve özgürlük hissiyatına da darbe vurmuş olmuyor mu diye derin derin düşündürüyor kim ki duk abimiz.
sırf çalışma bu anlamdırmalara açık insan doğasına yönelik psikolojik analizlerle algılanabilecek bir ritüelde akıp gitmiyor da. inanılmaz olarak adlandırılabilecek bir görsellik ve reha erdem 'in insan hayatının gidişini olağanlık içinde beş vakit 'e ayırmasına benzer, mevsimlerin; börtü böceği, insan hayatını ve genel olarak doğayı şekillendirmesi gibi bir durum söz konusu. insanın karmaşık doğası icabı, kendi duygularının esiri olup dünya denilen geniş arenada kirliliği tatması ve bu kirlilikten kendisini arındırmak istemesi filmin ilerleyen kısımlarını meşgul ediyor. bir arındırma ve temizlenme ihtiyacı beliriyor, bu bilgelikle doğru orantılı ilerliyor.
kedinin kuyruğunun fırça yapılması ve başta kızın tabure olarak kullandığı şeyin çocuk tarafından kutsal olarak nitelenip ustam görürse büyük hata olur diyerek kaldırıldığı şeye daha sonra hiç ses çıkarmayıp kızı oturtması ve kapının kullanımıyla ilgili detayların öğretilerle, aşk-şehvet ve ihtiras arasındaki sıkışmışlığı göstermesi açısından yakalanması, gözden kaçırılmaması gerektiğini es geçmeyeyim. bir nevi sembolizm silsilesi sunuyor film layıkıyla. her ayrıntı manidar bir alt metin belki de. kim ki duk sineması böyle zaten. ayrıntılarla derinlikli, görselliğe endeksli.
filmden çıkan ana metin: insanı hataların olgunlaştıracağı kuşkusuz. çünkü, ustanın zamanında yanındaki toy çırak gibi olduğunu, davrandığını anlamlandırmak zor değil.
edit: film doğa sevgisi teoriler ve bilgelikler babında dersu uzala 'ya ve efsane yönetmen akira kurosawa'ya selam çakıyor.
10 üzerinden 8!
başlığı okusaydım belki filmide izleyebilirdim.
her hayvana, her harekete farklı bir anlam yüklendiğini bilerek izlemek daha mükemmel hale getiriyormuş bu filmi.
bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom > bom yavrum gel gel geri bom

sinemadaki filmlerin altyazılarını tükçeleştiren ekiptenim evet.
bir an faruk k. nin yeni eseridir diye dusundum. en azindan muzigini o yapmistir.
söz konusu filmin, "papadopulos apartmanı" isimli roman da şu şekilde incelendiği bir bölüm vardır:

ünlü koreli yönetmen “kim ki-duk”un bol ödüllü kült filmi “ilkbahar, yaz, sonbahar, kış ve ilkbahar”ı üzerine, şüphesiz gösterime girdiği 2003 yılından günümüze oldukça çok konuşuldu. filme yönelik arka plan okumaları, filmde yapılan göndermelerin deşifresi, sosyo-kültürel vurgular toplansa oldukça hacimli bir külliyat ortaya çıkar.
öncelikle film ismiyle ister istemez, yaşarken kendisine “kızıl rahip” lakabı takılan vivaldi’nin en bilinen eseri, “dört mevsim konçertosu”nu çağrıştırıyor. bu çağrışımdan kurtulmanız mümkün değil. çünkü ne zaman bir cümlede dört mevsim geçse, hemen bu konçerto zihninizi gıdıklıyor. ister istemez sizi konçertoyu düşünmeyi yöneltiyor ve önünüzdeki eseri onun bir gölgesi ya da yorumu olması yönünde bir beklentiye mahkum ediyor. örneğin resimde, vivaldi’den yıllar sonra yaşamasına rağmen mucha’nın dört kadın figüründen oluşan dört mevsimi ve vivaldi’den yıllar önce yaşamasına rağmen arcimboldo’nun her mevsim için o mevsime özgü meyve ve sebzelerden yapılmış yüzleri de aynı kaderi paylaşmışlardır. yönetmen belki aynı kaderi paylaşmamak için dört mevsimin yanına tekrardan “ilkbahar”ı ekleyerek farkındalığını / farklılığını ortaya koymak istemiştir. filme verilen isim, ancak bu yönüyle anlamlı olabilir. yoksa filme bu ismi vermekle başından hedef alınan izleyici kitlesi ile film arasına aşılmaz bir mesafe koyulmuş olur. sona kalan ilkbahar, hiçbirimiz için makul değildir…
film, izleyicilerin konusu değilse, görselliği; görselliği değilse müziği; müziği değilse hikayesi ama mutlaka bir yönüyle takdirini kazanacak denli başarılı bir yapıt. yönetmen de zaten sinemanın, bütün sanatların bir kolajı olduğunu, gerek seçtiği mizansen gerek tınılar gerekse anlatı olarak kabul etmiş gibidir. açıkçası bu yönden gösterdiği titizlik, bize sinemayı başlı başına bir sanat değil, diğer sanatların bir bileşkesi, daha doğrusu ortak bir sunumu olduğu yönünde bir anlayışa sahip olduğunu ifşa ediyor gibi. zaten yönetmenin eskiden bir ressam olması da bu anlayışın bilinçaltında yer etmiş olma ihtimalini arttırıyor. bir sanat dalında arzuladığı başarıyı elde edememesinin intikamını diğer bir sanat dalında o sanata yaptığı göndermeler ile alması da çok yadırganacak bir olay değil, hele bunu da hakkıyla yapıyorsa…
gerçekten seçtiği bazı kareleri, özellikle her bölümün başlangıcındaki o tahta kapıların açılması sonucunda önünüze serilen görüntüyü sanki bir natürmort resim tablosu gibi izlersiniz. hatta bir resme mi bakıyorsunuz yoksa filmden bir sahneye mi izliyorsunuz diye anlık bir duraksama yaşarsınız. aynı duyguya nuri bilge ceylan’ın filmlerini izlerken de kapılırsınız. onun kullandığı sahnelerde sanki birçok fotoğraf karesinin bileşkesi izlenimi verir. onun da eskiden bir fotoğrafçı olduğunu bilip bilmememizin böyle bir kanıya ulaşmamıza önemli bir etkisi olmaz.
fakat bizler bir resme ya da fotoğrafa baktığımızı sanarak duraklarken, yönetmen yarı hesaplayarak yarı samimi, öyle sanmamızı istemiştir. asıl üzerinde durulması gereken de bu hesap. bu hesap biçiminin niteliğini değerlendirmenin ancak başka bir yazının konusu olabileceği için üzerinde fazla durmaya gerek yok. ne var ki, hepsinin ötesinde sanat ancak samimi olunca ötekisinde anlam buluyor, diyelim ve bu konuya burada nokta koyalım.
asıl konumuz olan filme geri dönersek, gösterime girdiğinden günümüze kadar geçen süre zarfında, filmdeki mantık hataları üzerine çok konuşulmuştur. yaşlı keşişin öğrencisinin eşini öldürdüğünü yaşadığı izbe yerden bir gazete vasıtasıyla öğrenmesi, bölümlerde oynayan oyuncuların birbirlerine hiç benzememesi, dağa tırmanırken ayağından çıkan sandaletin zirveye vardığında ayağında olması gibi…
bunların yanı sıra özellikle filmde kullanılan kapı mizanseni, sanırım izleyen herkesin dikkatini çekmiş, özellikle yüzeysel izleyicilerin aklında yer etmiştir. üzerinde düşünülünce, kapıların etrafında duvar olmadan kullanılması kuşkusuz oldukça orijinal bir yaklaşım. toplumsal hatta neredeyse genlerimize işleyen kapı algılayışımızda kapılar hep farklı, yalıtılmış, özel bir yere açılır. kapılar, açılmak içindir ve her yönüyle etrafı kapalıdır, açmadan içeriyi göremezsiniz. aynı çekmecelerimiz, cüzdanlarımız hatta ülkelerin sınırları gibi. filmde ise etrafı tamamen açık olmasına rağmen kapılar vardır ve sanki etraflarında bir duvar varmışçasına inatla kullanılırlar. bunun tek istisnası göldeki barakanın giriş kapısıdır. o bildiğimiz, alışagelmiş kapıdır işte. bu kapıyı da diğer kapılar gibi kurgulamaya yönetmen cesaret edememiştir. yönetmenin bu tercihi ister istemez yadırganır. barakanın giriş kapısı da diğer kapılar gibi olabilir miydi ya da olsaydı nasıl olurdu demekten kendinizi alamazsınız. bu yönüyle yönetmen, özel mülkiyetin sınırlarını çizmekte oldukça mahir davranmıştır. içeride ve dışarıda olabildiğince komünal bir yaklaşıma işaret eden kapı mizanseni, özel mülk olarak belirlenen sınırda ise komik kaçmaktadır. yönetmenin kafası bu yönüyle net değildir, modern insan gibi karışıktır. işte bu karışıklık, bizi film konusunda daha derin düşünmeye sevk etmektedir. kapı örneğinden hareketle erken bir tanımlama da olsa “basit gözüken ama oldukça karışık bir film” olarak nitelendirilebilecek bir film var önümüzde…
zaten bu türden değinilerin, film eleştirmenleri tarafından yeterince yapıldığını ya da yapılması gerektiğini düşündüğüm için bunların üzerinde çokça durmuyorum ve dikkatimi çeken asıl konuya yöneliyorum.
açıkçası film bana, tüm bu eleştirilerin dışında, ünlü alman iktisatçı “johann heinrich von thünen”in bir çiftlik satın alarak iktisat teorilerini reel hayata uygulamaya çalıştığı o çok bilinen çabasını hatırlattı. sanki onun malum çabasına “ilkbahar, yaz, sonbahar, kış ve ilk-bahar” filminin koreli yönetmeni “kim ki-duk”un farkında olmadan göndermeler yaptığı fikrine kapıldım. o nedenle filmi, biraz da bu yönüyle irdelemek istedim.
bana göre tükettiğinden fazlasını üretmeyen bir keşişin, mevsimler bağlamında hayatının anlatıldığı filmde, kapitalizmin tarihsel gelişimine de ışık tutulmuştur. onun için filmi bölümlere, kendi formatına sadık kalarak mevsimlere bölerek incelemek yerinde olacaktır sanırım.
ne var ki öncelikle temel bir argüman olarak film; ihtiras ve ihtiyaçlar arasındaki ince çizgiyi gözetmeye çalışarak, marks’ın belirttiği kapitalist üretim sürecini harekete geçiren nedenle yani “artı değerle”, lacan’ın belirttiği ihtirasın nedeni olan “artı keyif” arasındaki kökteşliğe ışık tutmaktadır, demekte yarar var. gelelim mevsimlerimize:
ilkbahar: ilkbaharın gelişiyle birlikte tabiat, ağaçlarıyla, kuşlarıyla, çiçekleriyle, böcekleriyle uyanmaya başlar. onun uyanışıyla birlikte küçük keşişimiz de tabiatı yavaş yavaş tanımaya başlar. acelesi yoktur küçük keşişimizin. bu süreçte ona sevimli bir köpek yavrusu eşlik eder. sadık ve masum… derken bir gün küçük keşişimiz, çoğumuzun çocukluğunda, en azından benim çocukluğumdan hatırladığım, sineklerin kanatlarını, karıncaların ayaklarını koparmak gibi; önce bir balığın, sonra kurbağanın ve en son olarak da bir yılanın sırtına taş bağlar. yakından bakınca “taş bağlama” oldukça yaratıcı bir düşüncedir fakat bir çocuğun bunu akıl etmesini ben şahsen çok mümkün görmüyorum... aslında keyfi yerinde olan küçük keşişimiz, artı keyif için belki imkanlar el verseydi tabiattaki bütün hayvanların sırtına taş bağlayacaktı. bu “artı keyif” arzusu onu “ihtiraslı” hale getirirken tüm bunları izleyen yaşlı keşişimiz ise genç çırağına hiç müdahale etmez. masum bir çocuğun bilinçsizce hayvanları bağlayarak çırpınışlarını izlemekten keyif almasına, çaresiz hayvanların hayatlarına rağmen ona vereceği dersi “hesap ederek” göz yumar. yaşlı keşişimiz süreç içerisinde elde edeceği “artı değeri” hesap ederek bugünkü getiriden vazgeçer ve dolayısıyla olay örgüsünün kapitalist sürece doğru evrimleşmesine müsaade eder. hatta etmekle kalmaz, teşvik eder de.
özetle yaşlı keşişimizin sustuğu yerde, nasıl ki yukarıya fırlatılan bir taşın ulaşabileceği zirve noktasında potansiyel enerji kinetik enerjiye eşit oluyorsa, kapitalist üretim sürecini harekete geçiren nedenle yani “artı değerle”, ihtirasın nedeni olan “artı keyif” birbirine eşit olmaktadır. yaşlı keşiş artı değerin hesabındayken, genç keşişimiz artı keyfin hesabındadır. söz konusu suskunluk, tepkisizlik, tarafsızlık hali ileride yaşanacak sürecin müsebbibidir. diğer taraftan genç keşişimizin yaptığı bu hareket şüphesiz insanın doğasına yönelik önemli ipuçları da verir…
nihayetinde genç keşişimiz uykudayken ustası aynı onun hayvanlara yaptığı gibi beline taşıyamayacağı bir taş bağlar. genç keşiş ustasından belindeki taşı çözmesini istediğinde, ustası ondan sırtlarına taş bağladığı hayvanların sırtlarından taşları sökmesini şart koşar. bunun üzerine genç keşişimiz teker teker hayvanları aramaya başlar ve her ne hikmetse bağladığı sırayla hayvanları bulur. aynı sıraya sadık kalması çok şematiktir. ne var ki bu tercih, yönetmenin film boyunca gözettiği simetri anlayışıyla doğru orantılıdır. bu da ister istemez olay örgüsünü çok didaktik hale getirerek, sıradanlaştırır ve açıkçası izleyiciye kolay gelir, ancak üzerine düşününce sıkar…
ilk taş bağladığı hayvan olan balık ve son taş bağladığı hayvan olan yılan ölmüştür. ikinci taş bağladığı hayvan olan kurbağa ise yaşamaktadır. dolayısıyla onun sırtından ipi çözer ve ona özgürlüğünü kazandırır. söz konusu hayvanların alelade seçilmediği ortada… bunların simgesel anlamları, gerek doğu gerekse batı toplumlarında oldukça geniş bir yelpazede karşılık bulur. örneğin balık, gelip geçiciliği, kurbağa dünyasal farkındalığı, yılan ise yeniden doğuşu simgeler. elbette bu üç hayvandan sadece kurbağanın kurtulması manidardır.
ayrıca bu bölümde kapitalizmin başlangıcı dönemine yönelik göndermelere de bolca rastlanır. önümüze serilen ortam tipik toplayıcı, avcı toplumun karakterini yansıtır. keşişlerler, hiçbir üretim kanalına girmeden doğrudan ortamdan beslenmektedirler. biz onların ne yediği ile ilgilenmeyiz, bunu merak da etmeyiz. çünkü düzenli bir şekilde küçük sandallarıyla karaya çıkıp bir şeyler topladıklarını öngörürüz. yoksa kendi evlerinden ayrılmaları için bir neden yoktur. bu dönemde ortama bir huzur egemendir. bir çekişme, sorun, gerilim yoktur. ta ki küçük keşişimizin diğer hayvanlar üzerinde hakimiyet kurabildiğini, onların yaşam biçimi üzerinde tesiri olabileceğini keşfedinceye değin.
aynı zamanda bu ortam bize, birçok yönüyle insanların hayvanları evcilleştirmeye başladıkları tarih öncesi dönemi hatırlatır. insanlar, artık hayvanların kaderlerini belirlemeye yetkin olduklarını anlamalarıyla birlikte sadece hayvanların değil, bütün tabiatın kaderine de hükmetmeye çalışmışlardır. hayvanları kullanarak toprağa da hükmetmeye başlayan insanoğlu, zaman içerisinde daha çok “artı keyif” elde etmek için daha çok hayvanı ve toprağı kullanmaya başlar. aslında burada insanların, boş zamanlarını, aylak geçirebilecekleri zamanı arttırmak için diğer üretim faktörlerini kullanımı söz konusuydu. artı keyiflerin bir diğer insan ile takas edilmesi de artı değer üzerinden gerçekleşti. bu da kaçınılmaz olarak insanları stoklamaya sevk etti. ve derken kapitalizm giderek sosyo-kültürel hayatın her yönüne nüfuz etti.
nihayetinde bölüm, yaşlı keşişin söylediği üzere, genç keşişimiz hayvanlara bağladığı taşlarla aslında bir anlık eğlence uğruna taşıyamayacağı yükler bağlamıştır kendi sırtına. böylece o, hayatının geri kalanında, taşı yüreğinde taşıyacaktır. filmin bundan sonraki bölümleri temelde bu metaforun çözümü üzerine kuruludur.
yaz: giderek ısınan tabiat ile birlikte küçük keşişimiz de artık ergenliğe ulaşmış ve kendini tanıma dönemine girmiştir. kendini tanıması da daha çok ortamına giren genç bir kadın vasıtasıyla oluyor. istek ve arzularıyla yüzleşir… bu süreçte genç keşişimize horoz eşlik eder. keşişimizde horoz kadar iddialı ve kabarıktır. kapitalizmin müteşebbis ruhudur o…
genç keşişimizin giderek palazlanmaya başladığı bu dönemde, yaşlı usta onu her yönüyle kuşatmaktadır. bunun en bariz örneği olarak uyku sıralarında onu duvara yaklaştırarak uyumasını sağlaması, kendi gövdesini bir set gibi önüne konuşlandırması gösterilebilir. yaşlı keşişin bu tavrı, bir koruma ifadesi olduğu kadar temelinde bir sahiplenme ve hükmetme nişanesidir de. adeta bir mülk gibi, onu sahiplenmektedir. gövdesini set gibi örmesi ister istemez tipik “burjuva” karakterini çağrıştırır. kelimenin kökeni, ingiltere’deki şatoların etrafını saran duvarlara verilen isme dayanmaktadır. hatta kelimenin kullanım alanı zamanla genişlemiş ve örneğin “edinburgh” gibi şehir isimleri buradan gelmiştir. genç keşişimiz gibi, feodalizmden kapitalizme doğru evirilen bu dönemde, artık her yönüyle hayatımız çeşitli kısıtlamalarla kuşatılmaya başlamıştır…
genç keşişimizin kız ile ilk yakınlaşması barakanın salonunda olur. kız barakanın salonunda boylu boyunca uzanırken genç keşişimiz ilk defa bir dişi görmenin kendisinde yarattığı şokla üst kısmından başlayarak kızın vücuduna dokunmaya başlar. işin doğrusu saçlarını, boynunu ve göğüslerini geçerek doğrudan kızın cinsel organına yönelir. bu girişimi kız tarafından engellenir. keşişimizin hiç duraksamadan kızın cinsel organına yönelmesi, onun içgüdüleri ile hareket ettiğini gösterir. istemsiz yaptığı bu hareket nedeniyle masumdur. fakat diğer yönüyle kızın sere serpe yatışını göz ardı ederek genç keşişimizin doğrudan onun en özel yerine yönelmesini ise sembolik olarak kapitalizmin “yol değil hedef” anlayışına yapılan bir gönderme olarak okuyabiliriz…
diğer taraftan genç keşişimiz, aşık olduğu kıza avucuyla bir balığı tutup hediye ederken aslında hediye kavramının içini boşaltıp fetişist bir nesneye dönüştürmüştür balığı. hediye etmek için hediye etmiştir. nitekim hediye ettiği balık da sevgilisinin elinden kayar ve düşer. fakat düşen balıktır, oysaki keşişimiz kıza yaklaşma fırsatını yakalamıştır ve balığın düşmesi hiç de umurunda değildir. araç olarak kullanılan bir objedir sadece balık. bu yönden objenin kimi zaman balık kimi zaman çiçek kimi zaman bir paket çikolata olması özü itibarıyla bir şey ifade etmez aslında. çünkü yürek katılmaz, emek içermez. tam da bu nedenle aynı sahnenin devamında, ilaç yapmak için otları döverken ustasının onu işine yüreğini katarak yapması noktasında uyarması bu açıdan manidardır. aslında bu aynı zamanda bize kitlesel üretime geçişi hatırlatmaktadır desek, çok da abartmış olmayız sanırım.
bu iki sahne bana, liebknecht’in “kapitalizmin temel yasası ya sen ya da bendir, ikimiz birden değil”dir sözünü hatırlattı. kapitalizm, günümüzde bizler için bir fetiştir ve bütün fetişler gibi gerçeği, gerçekte ne olduğunu görmemizi engellemektedir. önceleri insanlar arasında içten, samimi bir iletişim mekanizması ve cömertliğin bir göstergesi olarak kullanılan hediyeleşme olgusu, serbest piyasa ekonomisiyle birlikte sadece “al–ver” sürecine dönüşmüş-tür. bu da serbest piyasa ekonomisi içindeki insanların, içi boşaltılmış bu kavramla birlikte birbirleriyle tam olarak iletişim ve bağ kurmasını engellenmiştir. çünkü hediye kavramı, zamanla cömertlik ve iletişim kurma isteğinden çıkıp çok daha mobilize, hızlı ve düşünmeden yaptığımız bir eyleme dönüşmüştür.
daha ileri bir tespitle, günümüzde piyasa yağsız krema, kafeinsiz kahve, şekersiz tatlı ve alkolsüz bira gibi sözüm ona kötü huylu özelliklerinden arındırılmış ürünlerle dolmuş, bu durumla eşgüdümlü olarak örneğin, kötülerin hüsranıyla ya da bizim taraftan kimsenin ölmediği savaş filmleri gibi, hayatın aynası olan sinema sanatına da sirayet etmiştir.
sonunda ekonomik sistemin nihai özü olan metalar, kimi zaman türev olmaktan da öteye asli unsurlarından soyutlanıp yüzeysel, zaman zaman da zorlama bir gerçekçiliğe bürünerek sorgulanmasının önüne geçilen birer fetiş haline gelmektedir. bu fetişler, zamanla toplum tarafından o kadar kanıksanmaktadırlar ki varlıksal boyutları aşkın bir hal almaktadır.
metaların niceliksel değerleri artarken niteliksel ve içeriksel olarak değerleri düşmektedir. bireyin şahsına özgü, genel kabul görmüş standartların dışında bir meta sahibi olması yadırganmakta, devasa üretim tezgahı ürünlere tutsaklıklar toplum tarafından kutsanmaktadır.
kapitalizm ise öğeleri olan bu türden metaların birbirine ve kendisine bağlanmasından oluşmakla birlikte, öğelerinin toplamından daha fazla bir şey oluşturan bütünsel bir yapıdır. asıl çıkmaz da aslında buradadır, fetişlerin oluşumunu engellemeyi amaç edinmiş olan sistem, süreç içerisinde kendi ayakları üzerinde durabilmek için zamanla kendisine has fetişler yaratmaktan beri durmamıştır.
bu yönüyle de temel argümanımız, kendisini bir kere daha doğrular. kapitalist üretim sürecini harekete geçiren nedenle, yani marks’ın tanımladığı “artı değerle”, arzunun nesnesi–nedeni olan lacan’ın tanımladığı “artı keyif” arasındaki türdeşlik, kapitalizmin değişerek gelişiminin tafsilatıdır.
piyasa ekonomisi, sahip olduğu kitlesel üretim ve pazarlama mekanizmasıyla öteden beri kullanageldiğimiz ürünleri hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşamayacağımız, özüne vakıf olamayacağımız veya ulaşsak bile modern psiko–ekonomik nedenlerle tatmin olamayacağımız ütopik nesnelere dönüştürürken aynı zamanda bu nesnelerin giderdiği ihtiyaç ile kendini bir fetişe dönüştürmektedir.
ütopik fetişizm, kapitalizmin teoriksel tanımında yer almasa da pratikte yaşanan bir gerçekliktir. bu bağlamda liebknecht’in belirttiği gibi “kapitalizmin temel yasası ya sen ya da bendir. ikimiz birden değil”dir. kapitalist dünyada, onun tanımlaması ışığında, herhangi bir metayı edinirken onu kimin için ve neyin uğruna edindiğimizin hesabını iyi tutmalıyız…
genç keşişimiz sevgilisi ile giderek artan cilveleşmeleri sonucunda dramatik bir değişim geçirir ve gün geçtikçe ustasından uzaklaşır. bir gece yarısı kendi yatağından sevgilisinin yatağına sinsice geçer, hem de ustasının üzerinden atlayarak, hatta var oluş nedeni olan kapıyı yok sayarak, onu kullanmadan, görmezden gelerek ve hemen ertesi gün kutsal gördüğü heykelin üstüne oturması için bölümün başında izin vermediği kutsal nesneyi sevgilisinin ayakları altına serer…
bu olay örgüsü basitçe bize, amaca ulaşmak için her yolu mubah sayan, kapitalizmin de özünü teşkil eden pragmatist anlayışı işaret emektedir. yaşlı usta çırağındaki değişimi fark edince, çok geç fark etmesi film boyunca çizdiği genel profile çok uymasa da, “şehvet, sahiplenme duygusunu doğurur. sahiplenme de öldürme duygusunu doğurur.” diyerek dikkatini çekmeye çalışır. fakat tahmin edileceği üzere bu nafile bir çabadır. bir kadını sevmenin cehennemi, korkunç kararını alanı keşişimiz, aşık olur. buda heykelini ve horozu alarak kızın peşinden gider, evini, hocasını terk eder. son sahne olarak horozu ormanda başıboş, tedirgin bir halde dolaşırken görürüz. galiba bir hamisi olmadan küçük burjuva müteşebbisimiz özgür yaşayamayacaktır…
sonbahar: artık küçük keşişimiz yetişkin bir birey olmuş ve nefsine engel olamayıp kapıldığı şiddet ve intikam duygusuyla eşini öldürmüştür. sonunda yıllar önce terk ettiği ustasının yanına döner, büyük bir kin ve pişmanlık ile beraber. bölümün hemen başlangıcında genç keşişimiz eve dönüş yolunda yürürken yüzünü kapatan ağaç yapraklarını hışımla itmesi film boyunca gördüğümüz içinde en çok şiddet barındıran sahnedir. bu hareketi bize, kendisinin içinde bulunduğu ruh hali hakkında ipuçları vermekle kalmaz, insanoğlunun suçu hep başkasında, başka yerlerde aramaya ne kadar eğilimli olduğuna da işaret eder…
ustası ona mutlu bir hayat geçirip geçirmediğini sorunca, tek suçunun sevmek olduğunu söyler. yaşlı keşişin deyişiyle sevdiği kadını “onsuz olamayacağı için değil de bir başkasının olduğu için” öldürmüştür. yaşlı keşiş, “senin sevdiğini, elbet başkaları da sevecektir” derken genç keşişi sahiplenme duygusu ile yüzleşmeye sevk eder. yakından bakınca aslında bu cümleden, yaşlı keşişimiz hiç kendine bakmadan, paylaşmayı reddederek mutlak sahiplenme göstermiş olması nedeniyle çırağını tenkit etmektedir.
sevgilisiyle hatırlarından intikam almak istercesine geçirdiği öfke nöbetlerinden sonra, aşkın taştan daha ağır olabileceğini gören keşişimiz, başarısız intihar teşebbüslerinden sonra ustasının da gayretleriyle kendini bulur. ustanın buradaki gayreti ekseriyetle bildiğimiz kaba dayaktan ibarettir…
polislerin genç keşişimizin izini bulup tutuklamak için gelmeleri çok uzun sürmez. yaşlı keşişimiz avluya kazıdığı harfleri boyaması için biraz süre ister. onlar da bunu makul karşılar ve kendi ufak zevkleri ile vakit geçirmeye koyulurlar. onların ne kadar ruhsuz oldukları, edindikleri bu zevklerden rahatlıkla anlaşılır. katil olan bile bize daha insani gelir, onu katil eden diğer insanların zevkleridir belki de. avluya kazılan harflerden bazılarının beyaz kalması, hayatta ne olursa olsun bazı duyguların hep beyaz kalacağına işaret etmektedir bence.
kapitalizmin artık zirve yaptığı döneme tekabül eden yaz mevsiminde, sanayi devri-mi’nin güç kattığı kapitalizm ile birlikte insan emeği, doğal kaynak, toprak, müteşebbis ve soyo–kültürel münasebetler de dahil olmak üzere ekonomik ilişkileri belirleyen tüm etmenler, giderek kendi asli değerlerinden soyutlandı ve pazar kuralları çerçevesinde metalaşarak fiyat denilen maddi ölçüt bazında değer kazandı. artık fiyatlandırmaktan imtina edilecek bir şey kalmamıştır.
filmin bu bölümünde, bir güç erki olarak devlet ajanları olarak polisler, asayişi sağlamak fakat daha çok nizam vermek için ortamın kontrolünü ellerine almışlardır. malum “demir yumruk” olmadan kapitalizmin “gizli eli”nin bir hükmü yoktur...
göldeki cisimlere atış talimatı yapan polislerimiz, adeta artı keyfin en kaymak tabakasını almaktadırlar. basitçe bu “artı keyif” onlara “artı değer”in bekçiliğini yapma yükümlülüğünü yüklemektedir. her şeye hakim gözüken kudretli polislerimiz, tutuklayarak sandala aldıkları genç keşişimizi götürürlerken o kadar çabalamalarına rağmen sandal milim yol almaz, ta ki yaşlı keşişimiz eliyle gitmesine izin verene kadar. polislerimizin sahte karizmaları, burada yerle yeksan olur. genç keşişimiz ulviyet kazanan ustasına “her şeyi anladım” dercesine son kez bakar…
genç keşişin gidişiyle yaşlı usta misyonunu tamamlayarak sonbaharda tabiatın ölüme geçişi gibi kendi ömrüne çok sinematografik bir şekilde son verir ve hayattan ayrılır. belki çırağına özgürlük kazandırmak için intihar etmiştir, belki de sahte görüntüsünün kefaretinin bedelini ölerek ödemiştir. fakat bunun gerçek nedenini hiçbir zaman bilemeyeceğiz…
bu süreçte keşişimize kedi eşlik eder. kedinin kuyruğu ile avluya kazıdığı harfleri boyaması, birçok izleyiciye ürkütücü gelmiştir. ne var ki bilindiği üzere kedi, nankör olduğu kadar da çıkarcı bir hayvandır ve bu da mevsimin ruhuna olduğu kadar kapitalizmin geldiği safhaya da uygun düşer. ayrıca tek işlevsel yeri kuyruğu olan ve tüm sempatikliği kuyruk sallamasından ibaret olan bir hayvandan ne beklenebilir ki…
kış: kapıları açan, artık olgunlaşmış bir insandır. tekrar kozmopolit dünyadan sıyrılarak yalıtılmış dünyasına döner. ustasının bıraktığı yerden ustasının hayatına devam eder. bu bölümde keşişimizi oynayan, yönetmenin kendisidir ve ona eşlik eden bilge hayvan yılandır ve yılan bir yandan ömrünün o soğuk dönemini simgeler gibidir adeta. hatırlanacağı üzere “yılan” ilk bölümde sırtına taş bağladığı hayvanlardan biridir. yönetmen taş bağlanan hayvan-lardan “balık”ı sevgiliye hediye, “yılan”ı arkadaş olarak kullanmasına rağmen diğer taş bağlanan hayvan “kurbağa”yı film boyunca bir daha kullanmamıştır. bu yönüyle ölümden kurtulan tek hayvan olan kurbağa, üzerinde bir hüzün taşımaz ve dolayısıyla hatırlanması gerekmez…
keşişimiz ustasından miras kalan bir kitap vasıtasıyla uzak doğuya has tekniklerle kendini eğitir. film boyunca yerel öğelerin en fazla kullanıldığı sahneler bu bölümdedir. aynı zamanda kapitalizmin can çekişmeye başladığı dönemdir bu mevsim. küreselleşmeden yerelleşmeye doğru kayış, bu bağlamda incelenebilir...
bölümün sonuna doğru yüzü örtülü bir anne kucağında bebeği ile keşişimize gelir. yaşlı keşişimiz intihar ederken nasıl ki yüzünü kağıt parçaları ile örttüyse bu çaresiz anne de bebeğini terk edecek olmasının verdiği acıyla, kendisi için ölümden farksız olan bu acıya katlanmanın bir nişanesi olarak yüzünü bir eşarp ile örtmektedir. ne var ki gece yarısı bebeğini bırakıp giderken keşişin su almak için açtığı kuyuya düşer ve donarak can verir. ondan geriye kalan suyun yüzeyindeki lastik ayakkabıdır. bu sayede keşişimize de diyet ödemesi için fırsat doğmuştur. beline büyük bir taş bağlayan keşişimiz nice zorluğa katlanarak elinde buda heykeli ile hakim bir dağın zirvesine doğru tırmanırken adeta yetim ve öksüz kalan bebeği hayata bağlayacağına ant içer ve zirvenin de buna şahit olması için buda heykelini konuşlandırır.
ve ilkbahar: keşişimiz yaşlanmış, bilgeliğin zirvesine ulaşmıştır. tıpkı bir zamanlar kendisinin yaşlı bir usta tarafından yetiştirilmesi gibi yetiştireceği küçük bir çocuk eşlik etmektedir ona. bu sefer küçük çocuk, bir kaplumbağa ile oynamakta ve dünyayı keşfe çıkmaya hazırlanmaktadır. o da zincirlerinden kurtulmak isteyip kurtulmakla mı yetinecek yoksa kurtulmaktan da mı kurtulmak zorunda kalacaktır. bu bağlamda buda heykeli sanki geleceği görür gibi uzaktan manzarayı değil, sanki süreci izlemektedir. sanki bu son sahnelerinde filmi bizim irdelediğimiz yönüyle, aynı tarihi determinizm gereği nasıl ki kapitalizmden sonra sosyalizm, ondan sonrada komünizm gelecekse, peki komünizmden sonrası ne olacak sorusunun cevabına ışık tutulur. her şey başladığı noktaya geri döner ve süreç yeniden, yeniden başlar: düzlemsel değil, bir döngüdür hayat der gibi…
bütün bu değerlendirmeler tabii ki detaylandırılabilir fakat filmin genel konseptini “allah’ın değirmeni yavaş döner ama ince öğütür” mealindeki alman atasözü ile özetlesek sanırım kafi olur…
cok cok farklı havası olan bir film. renkler, uzaktan vadinin görünüşü, sessizlik.. insanın hayatını mevsimlere bölerek anlatılısı simgesel olarak kullnılmış; ilkbahar dogayı tanıma, ilk günah günahın geitrdiği acı ve bu tası içinde tasımaya baslama, yaz kendini tanıma ve yine günah, sonbahar günahların bedelini cekme, olgunlasma ve kıs artık tüm taslardan günahların bedelinden kurutularak iç huzur ve dinginliğe kavusma. konusma az zaten görüntüler yetiyor. yönetmenin ilk izledigim filmi izledikten sonra da övüldüğü kadar varmıs denilen filmlerden.

bir de o yılanlar kıs uykusuna yatmıyor mu yahu ?