bugün

karacaoğlan

Bir hikayem var, Karacaoğlan anısına. Bunca cümleyi hak eden ulu, yüce gönüllü aşığa selam olsun!

Rivayet odur ki vaktin birinde obalar Çukurova’ya indiğinde, sonbaharda yapılan, başka hiçbir mevsimde yapılmayan meşhur Türkmen düğünlerine rastladığı zamanda; bir gece vakti düğüne saz vurup, türkü söylemesi için davetli olur, zira o âşıktır. Âşıklar; o zamanlarda beylerden, padişahlardan daha kıymetli ve önemlidir, çokça hürmet görür.
Karaca’ya da o gece obadan ve Elif’ten ayrılmak ölüm gibi gelir, gitmek istemez ama aşıkların töresidir çağrılan düğünlere gitmek. Çağrılıp da bir düğüne gitmezse, o düğün sahibi bunu kendine yapılmış en büyük hakaret sayardı. Karacaoğlan istemeye istemeye düğüne varır. Alınır hemen baş köşeye, neşeli türkülerini çığırmaya başlar. Gece ilerledikçe içine de sıkıntı oturur, içi içini yemeye başlar.

O esnada obalarında, Elif’i çadırından çıkarken, oba beyinin yeğeni Halil aylardır peşinde olduğu Elif’e yalvar yakar yalvarır, baktı böyle olmuyor en sonunda senden bir şartla soğurum o da şudur “ bir gece varır senin yanında, sana dokunmadan yatarım. Sana yemin ederim ki elimi bile sürmem. Allah’a yemin ederim ki sürmem. Yeter ki yatakta bana senin kokun gelsin. O zaman senden soğur, vazgeçerim. Yoksa ölsem vazgeçemem. Benim elimde değil ki... Yüreğim vazgeçmez, yüreğimi kandıralım böylece, olur mu?”
Elif olmaz, yapma etme der. Sonrasında bakar dediklerinden fayda olmuyor, bu beladan kurtulmak için düşünür. Bana ne yapabilir, ileri giderse bağırırım, gitmezse varsın köpek gibi yatsın. Uyusun, sabahleyin de defolup gitsin, der ve ondan dokunmayacağına dair yemin ister.

Geceleyin yatağa girerler, Elif yatağında dört yana dönmekten, düşünmekten harap olur, acaba kötü mü yapıyordu, acaba karaca’ya Bunu söylemeli miydi? Çok çok kötü, elaleme rüsva olmak ya? Sıcak, sımsıcak terleri boncuk boncuk döküyordu. Bağırsa mı? Bağırmasa da kötü, Karaca’nın yatağına bir yabancı alıyordu. Soluk soluğa, saniyeler yüz yıllar sürüyordu.
Sonra oba beyinin yeğeni Halil arkasını döndü, Elif de rahat bir soluk aldı. Demek ki Halil’in dedikleri doğruydu. Artık ondan soğuyacaktı.

Bu sırada Karacaoğlan, Ceritlerin düğününde saz çalıp, en güzel türkülerden birini söylüyordu. Sazının üstüne yumulmuş, kederli, gamlı söylüyordu. Akşamdan beri pek neşeli türkü söylememişti. Düğün mü diyorlardı dinleyenler, yas yeri mi? Ama gene de candan dinliyorlardı. Düğünü unutmuşlar, Karacaoğlan’ın dünyasına koyulup gitmişlerdi.
Türkünün sonunda, bitirmiş bitirmemişti ki birden sazının teli koptu, çalmayı bırakıp dondu kaldı, ilkin ne yapacağını şaşırdı. Sonra ayağa kalkıp ağır ağır, yürüdü. Rüzgar gibi yola düştü.
Düğündekiler “ne oldu bu adama” dediler. “Hiç keyfi yoktu, dertliydi. Neden gitti ola?”
Bir yaşlı: “aşıkların bir Meclis’te sazlarının telinin kırılması uğursuzluktur. Bir hal vardır başında... Bir kötülük, Karacaoğlan da onun için gitti” dedi.
Kalabalık sustu.
işte rivayet ederler ki; Karacaoğlan’ın sazının teli kopunca, Karacaoğlan’ın da içinde ta derinden bir tel kopar. Ve Karacaoğlan, düğünden ayrılınca bu bir günlük yolu göz açıp kapayıncaya kadar geçer...

Karacaoğlan, çadırına geldiği zaman ala şafak atıyordu. Çadıra girdi, girdi ki ne görsün! Dünya başına fır döndü. Bir an durdu, düşündü. Karacaoğlan adam öldüremezdi ki... “En sonunda olacağı buydu” dedi kendi kendine. “bey kızları bey oğullarınındır”. Bu sırada Elif uyumamıştı, ala şafağın ışıkları yüzündeydi. Halil uyuyordu. Elif, Karacaoğlan’ı görünce tepesinden kızgın sular dökülmüşe döndü, gözlerini kapadı. Karacaoğlan ne yapacaktı, bekliyordu. Karaca hiçbir şey yapmadı. Yalnızca abasını sırtından çıkardı, usulca üstlerine örttü. Döndü yürüdü. Yel gibi düştü yollara, içinin ateşini yele vermişti. Serinlikten imdat umuyordu.

Elif, üstlerinde abayı görünce işi anladı. Karacaoğlan gidiyordu, bir daha gelmemek üzere gidiyordu. Kalktı, ardına düştü ama Karacaoğlan çok uzaklaşmıştı, yetişemedi. Soluk soluğa kaldı. Ardından bağırdı “Karaca! Karaca!” Koşuyor, soluğu tükeniyor, yere yuvarlanıyor, kalkıyor ve “Karaca!” diye bağırıyordu. Karaca gözden kayboldu, yitti gitti. Elif de düştüğü yerden kalkamadı. Doğan Güneş onu öylece bitmiş, kahrolmuş, yolun tozları içinde toza bulanmış ve yatar buldu. Elif az sonra azıcık kendine geldi. Bir türkü dönüyordu kafasında; renkli, aydınlık, güneşli, mutlu günlerinin aşk türküsü... Dünya türküye kesmişti. Türkü, güneş, yeşil, mavi, dört bir yanında çağlıyordu. Eski aşk günleri çağlıyordu...

Gün kuşluk olunca Elif ayağa kalktı, karacaoğlan’ın başını alıp gittiği uzun, uçsuz bucaksız yola gözlerini dikti. Öğle oluncaya kadar orada öyle taş kesilmiş, dikili kaldı. Taş kesildi. Yalnız, kimsesiz yol, bomboş uzayıp gidiyordu. Sonra kımıldadı, ayaklarını sürüyerek obaya döndü. Deli Hüseyin’in karısı her sabah Elif’i çadırında yoklardı. Bugün de yoklamış kimseyi bulamamış. Hüseyin’e haber vermiş; Hüseyin, Elif’i aramış taramış bulamamış deliye dönmüştü. Bey evde yoktu. Beyin hanımının kulağına kadar gitti iş. Beyin hanımı şaşırdı. Derken elif ikindiüstü geldi ovaya. Çadırına gitti, kendini yatağına dar attı. Kendinden geçti, Hüseyin başucunda dört dönüyordu. Beyin hatunu başında dört dönüyordu. Yüzüne su döküp ayılttılar, hatun Elif’e sebebi sordu. Önce, yine anlatmak istemedi Elif. Hatun herkesi içerden çıkardı. Onunla başbaşa kaldı. Elif sonra Hatun’un ısrarına dayanamadı. Olanı biteni başından sonuna kadar bir bir anlattı. hatun Yıldırımla vurulmuşa döndü. Bir misafire, bir hak aşığına, bir sığıntıya bu yapılır mıydı kan tepesine sıçradı. O hızla Halil’i aramaya başladı. eve vardı. Eline çamaşır tokacını aldı, pınarın başında Halil’i gördü. Halil onu görünce yılışık yılışık gülümsemeye başladı. Hatun hışım gibiydi. Halil’in yanına yaklaştı, ona hiçbir şey demeden, sormadan tokacı tam başına yapıştırdı. Gözü dönmüştü vurdukça vuruyordu. Kendine geldiğinde Halil yere yıkılmış can çekişiyordu. Onu böyle gördü, başında durdu baktı. Halil son soluğunu da verdi.
Kızgınlıkla “ iyi ettim, iyi oldu bey bana ne yaparsa yapsın isterse öldürsün, isterse kovsun”

Bey yakındaki bir obadaydı, Halil’in ölüm haberi Bey’e gitti, Bey atına atladı. Hatun onu yolda karşıladı. Bey, Hatun’un yüzüne bakmadı bile, doğru çadıra gitti. Hatun hışımla ardından gitti. “ister kov, ister öldür dedi. Meseleyi anlatmaya başladı. bey Halil’in yaptıklarını duydukça çileden çıktı. Meseleyi bütün oba biliyordu. Onlar da anlattılar. Bey iyice dinledikten sonra “Gidin” dedi. “Gidin de leşini köpeklere atın onun, böyle bir adamın ölüsünü toprak kabul etmez”
Bu olaydan sonra kız iyice yıpranmış yataklara düşmüştü ve bey onu teselli etti. Deli Hüseyin’i çağırttı, adamlarını çağırttı. “Gidin” dedi “Karacaoğlan kuşun kanadının altındaysa da bulun... Bulun, bulmadan gelmeyin.”

Karaca yürüyordu. bir dağa geldi, bir mağaranın önündeki bir taşın üstüne oturdu. Dertlenmişti, içi kan ağlıyordu söylemese ölecekti. Sazını çekti, çalmasa kahrından buracıkta çatlayacaktı. uzun uzun bir inilti, bir uğultu halinde söyledi

Yıllar yıllar geçti, Karacaoğlan’dan bir haber çıkmadı. Bir haber geliyor, Antep ilinde saz çalıyor, bir haber geliyor, Erzurum yaylasında Akkoyunluların içinde. Bir haber geliyor, Arabistan’a geçmiş, Hama’da saz çalarken görünmüş. bey nereden bir haber, bir karacaoğlan lafı duyarsa oraya bir atlı uçuruyordu. Her giden atlı eli boş dönüyordu. ama karacaoğlan nerede olursa olsun, yeni yeni türküleri dillerde dolaşıyordu. Obalar tüm karacaoğlan türküleri söylüyorlardı. karacaoğlan havaları bütün eski türküleri unutturmuştu.
Bey, Elif’e geliyor “buldurmadan ölürsem karacaoğlan’ı gözüm açık gider diyordu” bulduramadan öldü. bey ölünce elif babasının evine gitmedi. Babasının yüzünü bir daha görmedi. Bey ölünce obası dağıldı. çocuğu yoktu. Elif kaldı tek başına, arada sırada ona Hüseyin’in çocukları geliyordu...

Elif, çadırlarının yerine bir toprak dam yaptırdı. Karacaoğlanla burada yatıp kalkmıştı, burada sevişmişlerdi. buradan ayrılmadı. Mıstık Ağa geldi o da Elif’in damının yanına bir dam yaptırdı. Devir dönmüş, dünya değişmiş töreler kalkıyordu yavaş yavaş. Aşiretler kışlıklarını yurt tutuyorlardı. Mıstık Ağa o kadar yaşlanmıştı ki gözü görmüyordu. Ama, bu haliyle gene işi bırakmıyordu Tahtalar işliyor, defter kakıyordu... belki daha da güzel oluyordu. bu evlerin yanına başka evler de yapıldı. Küçücük bir köy oldu burası. Elif’in saçları ağırmış süt beyaz olmuştu. Zaten, Karacaoğlan kaybolduktan sonra iki yıl sonra saçları ağarmıştı...

Elif, obasına her gelene, her gidene Karacaoğlan’ı ölene dek sorar oldu. “Gittiğin yerlerde hiç onu görmedin mi? Görürsen de ki, Elif’in eli ayağı tutmaz olmuş. Bir ayağı çukurda de, Bugün değilse de yarın de. Dünya gözüyle onu bir kere göreyim, dedi de. Başka bir şey söyleme. inadın sırası geçti diyor de… Gelsin diyor de. Kullar olayım....

En son bir zaman bir çerçiye rastladı. Çerçiye aynı ahvalini anlattı. Çerçi iyi adamdı, halden anlardı. işini gücünü bıraktı Karacaoğlan’ı aramaya çıktı. Günlerce gitti, sordu soruşturdu en sonunda onu, bir derimevinde saz çalarken buldu. O kadar çok insan birikmişti ki başına, kıyamet...

Çerçi kalabalığı yardı, Karacaoğlan’ın yanına vardı, türküsünü yarıda kesti. kalabalık buna kızdı, Elif’in dediklerini ona bir bir anlattı.
Çabuk ol” dedi.” Ya yetişirsin ya yetişemezsin”
Karacaoğlan’ın sazı elinden düşüverdi... yaşlanmış, çökmüştü. Beli bükülmüştü. sakalları bembeyazdı, kirpikleri gür, bembeyazdı. sendeleyerek ayağa kalktı “beni götür kardaş” dedi ağlıyordu...
kalabalık kımıldamadı...
Çerçi onu atına bindirdi. Karacaoğlan bir an önce yetişmek için can atıyordu fakat öndeki yaşlı çerçi ancak bu kadar yürüyebiliyordu. Yolculukları bir ay kadar sürdü, düşe kalka...
uzun sözün kısası bir ay sonra, Elif‘in köyüne geldiler. geldiklerini duyunca bütün köy başlarına birikmişti. Karacaoğlan kalabalığın içinde Elif’i aradı, hemen tanıyacağından emindi. Araştırdı araştırdı bulamadı.
Bir ikindi üstüydü. kalabalık susmuş, konuşmuyordu. Çıt çıkmıyordu...
Karacaoğlan attan indi, düşer gibi iki delikanlı koluna girdi.
Durdu: “nerede” diye sordu “evinde mi?”
kalabalık donmuştu. Çıt çıkmıyordu. Öyle bir sessizlik Çöktü ki ortaya, arının kanadının sesi duyulur.
“Nerede” diye tekrar sordu. sesinden akıbeti anladığı belliydi.
“Yoksa yetişemedim mi?”
Bir yaşlı, mezarlığı gösterdi. “işte orada” sonra elinden tuttu, Karacaoğlan’ı mezara götürdü “işte bu” dedi. Mezar tazeydi, mezarın başucuna bir dut fidanı dikmişlerdi.
Hiçbir şey söylemedi mezarın yanına çöktü, sazını çekti” Nefesim Nefesine” türküsünü söylemeye başladı.

“Yatar gül harmanı gibi
Canımın dermanı gibi
Her yanında çiçek açmış
Binboğa Ormanı gibi

Nesine Yar Nesine
Ölürüm ben Sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine

Canım sese mi geldin
Kadem basa mı geldin
Sağ olsam gelmez idin,
Öldüm yasa mı geldin

Nesine Yar Nesine
Ölürüm ben Sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine

Saçın Yüzüme perde
Yüreğim düştü derde
Ayak üstü duramam
Seni gördüğüm yerde

Nesine Yar Nesine
Ölürüm ben Sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine“

Sonra bitmiş, ölümden beter sallanarak ayağa kalktı. sazını o dut fidanına astı.
başında bekleyen adama: “bu saz burada kıyamete kadar kalacak” dedi, oradan ayrıldı. Adam, Karacaoğlan’ın ne demek istediğini anlamıştı.

Aradan yıllar geçti, o saz orada asılı kaldı. Rüzgârla öttü. Saz eskidi, çürüdü. yenisini taktılar. Dut yıkıldı, yeni bir dut fidanı dikip sazı astılar. O gün bugündür, saz dut ağacında yelle öter durur...

https://youtu.be/HI-eylzqjJk
güncel Önemli Başlıklar