bugün

on gün

ON GÜN

Mandalina portakal haydi şimdilik hoşça kal diye bitirdi asker mektubunu Tolga. Kağıdı katladı ve zarfın içine güzelce yerleştirdi, zarfı yalamayı da unutmadı. "Yine aldık bir kalori hadi bakalım" diye söylendi. Gazetenin birinde okumuştu lüzumsuz bilgiyi...

Bu sevdiğine yazmış olduğu son mektubuydu, 7 gün sonra terhis olacaktı ve muhtemelen mektubu Yasemin'in eline ulaşmadan kendisi kavuşacaktı aşkına.
Kayseri soğuktu, askerler hafta sonu izinlerinde genelde kahvehaneye giderler ve kağıt oynamayı tercih ederlerdi, Tolga da hiç bilmediği batak oyununu askerde öğrenmişti. Soğuklar bastırdığından beri kahvehane de soba tutuşturulur olmuştu. Kahveci Mehmet Efendi her perşembe pazardan almış olduğu mandalinaları akşamları ailesiyle bir güzel yer ve sonrasında kabuklarını kahvede sobanın üzerine koymak üzere saklardı. Sobayı iyice kızdırdıktan sonra mandalina kabuklarını sobanın üzerine serer ve ekmek teknesi mis gibi kokardı. Böylece hem müşterilerine güzel bir değişiklik sunmuş olur hem de iştah kabartan koku sayesinde satışları artar, dahası diğer esnaf arkadaşlarına kıyasla tercih nedeni olurdu...

Tolga çayını karıştırırken düşünceleriyle bir bütün oluşturuyordu çay kaşığının oluşturduğu girdap. Umudu, mutluluğu, özgürlüğü, arkadaşlığı, kardeşliği bir arada yoğuruyordu zihni. Bir hafta sonrasında hürriyetine kavuşacaktı; buna sevinci muazzamdı ancak ayrılacağı kardeşlerini düşündükçe içinde bir burukluk oluşmuyor değildi. Gelecek kaygısı içini kemiriyordu, önünde kendisini bekleyen sözlüsü, eline bir an evvel ekmek tutuşturmak isteyen ailesi vardı. Kaygısı içinde üçlü çektiriyordu. iş aş eş... Güldü, "ne zamandır maça da gitmiyoruz" dedi.

Gün ilerleyip oyun sona erdiğinde saat dörde yaklaşıyordu, toparlanıp çıktılar. Artık eskisi kadar asker oldukları belli değildi, son bir haftaları kaldığı için saçlarını üç numara kestirmelerine gerek olmadığını söylemişti komutanları. Gerçi onlar da üç haftadır berbere uğramıyorlardı ya neyse.

Bursalı Ahmet: "biraz kız keselim özleyeceğiz buranın kızlarını" dedi, izmirli Burak "buranın mı " diye bastı kahkahayı. Tolga "sen izmirlisin, sizin manitalar güzel olur" diye sürdürdü bu şamatayı... Çarşıda biraz gezindikten sonra asker ocağına geri döndüler...

Akşam içtiması yapılıp yemek yendikten sonra geçtiler televizyonun karşısına, kumanda terhisçi oldukları için onların elindeydi, Burak haberleri açtı. Tek tek zaping yapıyor, kanaldan kanala atlıyordu, yine en iyisi Star deyip o kanalda durdu ve sesini biraz daha yükseltti.
Muhabir her zaman ki gibi Eminönü'nde gezinmekte olan insanlara sorular soruyordu. Star TV son zamanlarda bu işi oldukça sevmişti anlaşılan haftanın üç günü muhakkak Eminönü Meydanı'nda halka sorular sormaktaydılar. Aslında izlenme oranlarını arttıran bir gelişmeydi bu, çünkü bazen öyle komik yanıtlar veriliyordu ki insan gülmeden kendini alamıyordu..

Tolga çok ilgili olmasa da hem arkadaşlarıyla sohbet ediyor hem de ara ara haberlere bakıyordu. Muhabir karşısındaki çifte soruyordu "yılbaşında ne hediye alacaksınız birbirinize" evet günün konusu buydu. "Ne saçma" dedi Tolga. Ancak yine de merak etmiyor değildi cevapları. Arkadaşlarıyla sohbete ara verip sandalyesine yaslandı. "Şuna biraz ses ver izmirli" dedi.

Röportaj devam ederken Mısır Çarşısı'nın önünden geçen çift gözüne takıldı. Yasemin miydi o? Nasıl yani? Bir erkekle el ele... Emin miydi? Halisilasyon mu görmüştü yoksa. Tv de bir anlık görüntüyü zihninde defalarca seyretti. Paltosu, şalı, saçları oldukça andırıyordu Yasemin'i, ama Yasemin bunu yapacak hainlik duygusuna sahip miydi? Değildi elbet, yanıldığını düşündü. Üst dudağını ısırıp acaba sorusunu aklından atmaya çabaladı... Hemen telefon kulübesine gidip aradı sözlüsünü. Gününün nasıl geçtiğini, neler yaptığını sordu, aldığı cevaplar içini rahatlatmıştı. Çünkü Yasemin bugün arkadaşlarıyla sinemaya gittiğini ve hemen sonrasında eve, Üsküdar'a geçtiğini söylemişti. Tolga kimlerle hangi sinemaya gittiğini sormuş ve tatmin edici cevapların ardından rahata ermişti...

Huzurlu bir uyku çekti...

6 gün geçip terhisini alınca arkadaşları onu geçirmeye nizamiye kapısının önüne geldiler. Arkadaşları şınav çektirtti, 1-2-3-10 derken bir çırpıda 34 tane şınavı çekmişti Tolga, her biriyle sarıldı, arkasını dönüp bavulunu omuzladı kışladan ayrıldı.

istanbul'a vardığında hemen eve gitti, annesinin elini öptü sarıldı sarıldı sarıldı... En sevdiği yemekleri yapmıştı anacığı, hoş geldin yavrum diye seviyordu Tolga'yı... Tolga'nın ise aklı biran evvel bu senfoniyi atlayıp sözlüsüne kavuşmaktaydı. Ama annesi bir türlü salmıyordu yavrucuğunu, sen seversin diye yaptım deyip ne yaptıysa ağzına tıkıyordu oğluşunun. Saat ikindiye geldiğinde Tolga ben bir dolaşayım diyerek izin istedi ve geri geri kapıya yöneldi sol eli pantolonunun dikiş yerinde geriye döndü, babası "asker!" diye bağırdı, Tolga boşluğunda yakalandı "emret komutanım." Gülüştüler, babasının bu şakasına annesi "yapmasana çocuğa" diye çıkışsa da Tolga güldü, " sizleri çok özlemişim" diyerek ayakkabılarını giyip çıktı.

Telefonu eline aldı aşkım diye rehbere kaydettiği sözlüsünü aradı...

- Geldim ben, hadi gel bizim kafeye de buluşalım.
- Hoş geldin, neden haber vermedin.
- Günlerimi sayacağını düşünüyordum?
- Saydım elbette e ama fakat hazırlıksız yakaladın beni.
- Dışarıda mısın sen?
- E evet arkadaşlarla Beşiktaş'tayız.
- Nerdesiniz ben geleyim.
- Şey yapalım ben seni arayayım olur mu?
- Hmm!.. Peki.
- Görüşürüz.
- Tamam.

Tamam demesine tamamdı ancak içi içini yiyordu, bindi vapura, deniz kokusunu özlediğini hissetti, geçti Beşiktaş'a. Neden görüşmek istememişti? Dolandı durdu Beşiktaş Meydanı'nda... Sonra duraladı... Geçen seferde Beşiktaştaydık dememiş miydi diye iç geçirdi, tramvayla Eminönü'ne geçti. Biraz oyalandıktan sonra geri Taksim'e döndü... Bu kez yayanvay turizm ile yola çıktı. Yola çıktı dediysem bildiğiniz çıktı... Galata Kulesi'ne tırmandı önce, ardından tünele çıkıp istiklal'i hızlı adımlarla geçeyim dedi ama özledim be diyerek saldı hızını, keyfini çıkaramasa da normal yürüyüş temposunda yoluna devam etti. Aslında nereye gideceğini kestiremiyordu ancak ayakları sanki bir yere sürüklüyordu onu. Yeşilçam Sokağı'nın girişinde bir milli piyango bileti aldı. "Ya çıkarsa" deyip yoluna devam etti...

işte çıkmıştı... lar... Karşısındaydı Yasemin, yanında da elini tutan biri vardı... Yoksa televizyonda gördüğü gerçek miydi?.. Yutkundu... Hemen karşısına çıkamadı, takibe başladı... Yukarıya tırmandıkça yüreği titriyordu, kalbi hızla çarpıyor avuçları terliyordu...

Ne yapmalı ?..

Yolun diğer tarafından hızlıca geçip karşılarına mı çıkmalı, arkalarından seslenmeli mi?
ilk fikri aklına yattı. Sol tarafa geçerek hızla yürüdü koşar adım. Gözünü ayırmamaya çabalıyordu bir yandan da gözlerinin sulandığını hissetti. Şimdi olmaz dedi kendine!. Şimdi değil...

Biraz farkı açtığında geri dönüp baktı, üzerine doğru kocaman bir insan seli akıyordu, ama onun gözü iki kişideydi...
Onları beklemeye başladı...

Yaklaşmalarını izledi. Ne diyebileceğini, ne demesi gerektiğini akıl süzgecinden süzdü.
Yirmi metreden az kalmıştı, kırk adım yapardı bu normal zamanlarda ancak istiklal Caddesinde bu en az elli beş adıma denk düşüyordu.
Derin bir nefes aldı, dilenci çocuğa ilişti gözü, çocuk üşüyordu bu belliydi ancak elleri kıpkırmızıydı. Duramadı yanaştı çocuğa... Ellerini, avuçlarının içine almıştı, terleyen ayalarıyla çocuğun elini ısıtıyordu, çocuk şaşaladı; kırk adım kalmıştı.

-"Mandalina ölmüş ağabey" dedi, akan burnunu koluna sürerek...
-"Ne, nasıl, kim?" diyebildi, otuz adım kala...
-"Mandalina ağabey hani şu şopar adam." Dedi çocuk.
-"Mandalina, şopar... Yirmi adım, Siyah inci, Mandela."
-"Bir selpak alsana ağabey."
-"Kalsın" diyerek bir lira bıraktı yere...

Beş adım...

-"Yasemin!?"
-"Tolga!!!"
-"Tolga???"

-"Mandela ölmüş." Tolga aklında onlarca şey kurmuştu ama bir tek bunu diyebildi...
Yutkundu, "sende öyle" dedi... Döndü uzaklaştı...

Eve vardığında soğuktan donacak gibiydi, annesinin neredeydin ne yaptın sorusuna cevap vermedi, odasına gitti uzun zamandır bu kadar yürümemişti. Yorulmuş, bitkin düşmüştü. Ama fiziki yorgunluğunun yanında ruhani olarak çökmüştü.
Birkaç gün ne yapacağını bilemedi, dışarı çıkmadı. Hastalanmıştı. Annesi ona tarhana çorbası yaptı. "Özlemişsindir, iyi gelir" dedi.

iyi de geldi... Tolga kendini toparladı ve Yaseminlerin evinin karşısındaki kahvehaneye gitti. Çay söyledi... On günde neler değişebiliyor diye yine oluşturduğu girdaba baktı. Kafasını kaldırdı karşı apartmana giren postacıyı gördü. Hareketlenmek istedi, postacı belli ki mektubunu getirmişti, vazgeçti.
Birde mektup yazdık kaç kez dedi...
Gülse mi ağlasa mı bilemedi... Şimdilik hoşça kal, ömürlük hoşça kal a dönüşmüştü...

söykü için yazılmış bir öyküdür.